Sanatta Kadın: Viyana'da Dönüştürücü Bir Deneyim
Yaptığım yolculuklardan beni etkileyen şeyleri paylaşmayı ne kadar sevdiğim ortada. Gezdiğim bazı şehirlerde en çok müzelerden etkilendiğim de… Sayfalardan ve bilgisayar ekranlarından, bakarak saatler harcadığım tabloların karşısında dikilmek benim gibi bir çocuk gibi mucizevi bir şey. Yüz yıl önce yapılmış ve o zamandan beri dünya değişirken ona hem tanıklık etmiş hem de o değişimin büyük bir parçası olmuş resimlere neredeyse dokunacak mesafede durabilmek… Ama bu büyüyü bir kenara bırakırsam sanırım yeni şehirler gezmenin en sevdiğim yanı bazen tam da gözümün önünde duran şeylere bambaşka bakabilmeyi öğretmesi. Yeni şeyler katmasının ötesinde zaten bildiğime farklı şekilde yaklaşmamı sağlaması. Viyana, benim için bu anlamda çok ”dönüştürücü” bir deneyim oldu.
Viyana’ya Prag’tan başlayan birkaç saatlik oldukça rahatsız bir otobüs yolculuğunun ardından sanki Vikinglerin cehennemine inmişiz gibi soğuk bir sabahta varmıştık. Hava aydınlanmamıştı ve nereye gideceğimiz hakkında en ufak bir fikrimiz bile yoktu. Yanımızda hiç bozuk paramız olmadığı gibi hiçbir döviz bürosu da henüz açılmamıştı. Biz de Ege’yle metroyla biletsiz binip (üzgünüm Viyana polisi) hayatımızda ilk kez bir alışveriş merkezinde fast-food restoranının koltuklarında uyumayı akıllıca bulacak bir duruma gelmiştik. Avrupa’da gezerken garip yerlerde sabahlamaya ve uyumaya alışkınım aslında. Bunlara otoban kavşakları ve köprü altlarındaki merdivenler de dahil. (Sana da teşekkürler asla yol tarif etmeyen Paris polisi.) Ancak neden bilmiyorum, McDonalds’ın sarı koltukları benim için bile hepsinden biraz tuhaftı…
Viyana’ya giderken beni çok heyecanlandıran iki şey vardı; ilki Before Sunrise filminin çekildiği sokaklar, ikincisi ise onca savaş içinde oluşturmayı ve korumayı başardıkları sanat koleksiyonları. Ama on kiloluk sırt çantam, logolu kırmızı şapkasıyla hayattan nefret ettiği her halinden belli bir kasiyer, yan masada sabahın beşindeki enerjisini kıskandığım ama bağırmasını hiç sevmediğim küçük bir çocukla çevriliyken bunların hiçbirini düşünecek durumda değildim. Yani kelimenin tam anlamıyla yorgun girdim Viyana kapılarından. Öyle Osmanlı gibi pek şanlı(!) değildim. Zaten masadan kaldıramadığım kafam ve silemediğim salyalarımla aksini de iddia edemezdim.
Check-in saati gelince de sabahına ayarlamayı ancak akıl edebildiğimiz otelimize olması gerekenden birazcık fazla ödedikten sonra bedeni artık bir yüke dönüşen Ege’yi orada uyumaya bırakıp kendimi sokağa attım. Şehrin geri kalanının sert sarı koltuklar ve huzursuz edici şekilde aniden yükselen cırlamalar ile dolu olmadığını hatırlamak çok iyi geldi… Hatta kocaman kanatlı heykelleriyle gotik bir masaldan kaçar gibi geride bıraktığımız Prag’ın ardından bu kez de Avrupa’nın altın yıllarına ışınlanmış gibiydim. Kaybolup kocaman gri duvarlarla çevrili, kıvrılarak uzayan sokaklardan geçtim. Sonları hep kabartmalı haçlarla süslenmiş eski binalara ve bayraklar asılmış yeşil tahta kapılı publara çıktı. Hedefim ilk önce Hitler’in girmek isteyip de reddedildiği Sanat Akademisi’nin müzesini ziyaret etmekti. Beynimin Almanca’yı bir türlü algılamayan kısmını epeyce yorduktan sonra müze kısmının tadilatta olduğunu ve bir süre ziyarete kapalı olacağını öğrendim. Şanssızlığın yüzünden evrene kötü enerjiler gönderme diye kendi kendime tekrarlarken binaya asılmış olan pankartı fark ettim.
Tadilattaki binanın ön yüzüne el işlemeleri ile kocaman ”As long as the art market is a boys‘ club, I will be a feminist” yazılmıştı. Sanat dünyasındaki ataerki benim için elbette yabancı değil. Kadınların profesyonel olarak sanat eğitimi alabilmesi dahi kısa bir süre önce mümkün olmuştu. Tarihten tanıdığımız, adını hatırlamaya değer gördüklerimiz de aslında asilerdi. Artemisia Gentileschi gibi bazıları da yalnızca sanatçı bir babayla, eşle yaşayabildikleri için bir stüdyoda olma şansı yakalayabilmişti. Artemisia da babasının adıyla tanınmış, aslında kendisine ait olan resimler yaşamından çok çok sonra babasınınkilerden ayrılmıştı. Kitaplarının satması için erkek takma adıyla yazan ve yaşamı kendi sözleriyle ”erkek kardeşleri gibi duygularıyla doyasıya yaşamasına izin verilmediği için eksik” hisseden Charlotte Brontë’nin hikayesi oldukça yaygın aslında.
19. yüzyılda Avrupa yeni sanat yaklaşımları ile çalkalanıyor, farklı görüşlerin sesleri tartışmalar içinde birbirine karışıyor, ressamlar akademiden onay alamadıklarında kendi sergilerini açıyor ve topluluklar kuruyorlarken dahi kadınlar bu tablonun oldukça dışındaydı. Parisli bekar bir kadının, refakatçisi olmadan dışarı çıkması itibarını sarsabilecek bir riskti. Kadınlar kapalı alanlarda da yapılabilen müzik, dekoratif sanatlar, resim gibi alanlarına yönlendiriliyordu. Dönemin imzası haline gelen İzlenimcilik tekniği ise ilk defa açık havada resim yapmakla ortaya çıkmıştı. Ne kadar eğitimli olsalar da kadınlar, kendi gözleriyle uzunca bir nehre yansıyan güneş ışığını saatlerce tek başlarına doyasıya izleyemezlerdi. Bu elbette onları durmadı. Berthe Morisot, Mary Cassatt, Eva Gonzalès, Marie Bracquemond bugün eserlerine büyük değer verilen Fransız ressamlar… Ama İzlenimciler bir aradayken yalnızca Morisot’un tabloları erkek meslektaşları ile birlikte sergilenmişti. Ayrıca çağdaşı Monet, Rouen Katedrali’nin farklı ışıklarda tekrar tekrar inceleme ve çizme gibi şanslara sahipken Berthe Morisot genellikle ev yaşamından karelerle sınırlı kalmak zorundaydı. Peki sahiden, siz bu dört kadından kaçının adını Monet, Manet ya da Renoir kadar sık duydunuz?
İlginizi çekebilir: ArtsyMagger’dan Çağdaş Sanat Sanatçıları
Bu cinsiyetçi tutumun geride kaldığını, artık her şeyin değiştiğini, iyileştiğini mi düşünüyorsunuz? Metropolitan Sanat Müzesi’nin Modern Sanat kısmındaki eserlerin hala yüzde beşi bile kadın sanatçılara ait değil. Elbette 19. yüzyıldaki gibi yaşamlar sürdüğümüzü ve aynı güçlüklerle baş etmeye çalıştığımızı söylemiyorum. Yalnızca daha atacak çok adım, kat edilecek çok mesafe olduğunu vurguluyorum. Bu açığı da sesini çıkarmaktan korkmayan kadınlar kapatacak işte.
Katharina Cibulka da bu kadınlardan biri. Sanat dünyasındaki bu süregelen erkek egemenliği protesto etmek için Viyana Sanat Akademisi’ni kendi feminist manifestosu ile süslemiş. 2020’ye kadar da eser sergilenmeye devam edecekmiş. Kısa süre önce İngiltere’de hazırlanan bir rapora göre sanat okullarında kadın öğrencilerin sayısı erkeklerden fazlayken durum profesyonel sanat çalışmalarına gelince tam tersi şekilde değişiyormuş. Raporda yüksek maaşlı akademisyenlerin yalnızca %41’nin kadınken en az maaşı alan yarı zamanlı çalışan akademisyenlerinse %61’nin kadın olduğu gibi ilginç veriler de var. Bu sonuçlara sebep olan pek çok farklı dinamik var elbette. Artık tek başımıza bir nehri saatlerce izleyip onun resmini yapabiliyor olmamız bizi sınırlayan kadınlık beklentilerinden kurtulduğumuz anlamına gelmiyor.
Bugün artık feminist sanat ve tarih okumaları yapılıyor ve tarih herkese hak ettiği yere vererek yeniden yazılmaya çalışıyor. Belki siz de artık müzeleri, sanat galerilerini gezerken kadınların sanatta yaratıcıdan çok yaratılan konumunda olduğunu daha iyi fark edersiniz. Sanatın, ne kadar onurlu bir sessizlikte direndiğini hatırlarsınız. Sözünü ettiğim sanatçı Katharina Cibulka’nın diğer projelerine göz atmak için de kendi internet sayfasını ziyaret edebilirsiniz.
Kapak fotoğrafı: Ceren Muslu
İlginizi çekebilir: Petite Guide’dan Viyana Rehberi
yazının başlarını okurken, karantina'nın bittiğini ve kendimi tek başına avrupa'da sokaklarda gezerken hayal ettim. bir an önce o zamanlara ulaşmak istedim. yazının ilerleyen bölümlerinde ise, bahsi geçen kadın sanatçıları daha yakından tanımak, haklarında kitaplar okumak istedim. hem sanatsal olarak çok dolu bir yazı olmuş hem de seyahatlerinizden izler taşıyor olması çok güzel. Çok güzel bir yazı olmuş, elinize sağlık.