Saygun Dura ile: Göçe Odaklanan "Arada" Sergisi Üzerine
Göç ve terk edilmişlik kavramları su altında inci kefali ve mikrobiyalitlerle sembolleşti ve Saygun Dura’nın fotoğraflarında kendine hayat buldu. Su altı fotoğrafçılığında özgün çalışmalarıyla bilinen Dura, Van Gölü’nde 5 yıl boyunca sürdürdüğü çalışmalarını “Arada” isimli sergiye dönüştürdü. Sergi 9 Mart – 9 Nisan tarihleri arasında Milli Reasürans Sanat Galerisi’nde görülebilir. Saygun Dura ile “Arada” adlı çalışmasını oluşturan fotoğrafların hikâyesini ve su altı fotoğrafçılığını konuştuk.
Tanıtım ve reklam fotoğrafçılığındaki kariyerini kendi atölyesinde su altı fotoğrafçılığına taşıyan Saygun Dura, “Arada” adlı sergisiyle izleyicilerinin karşısına çıkıyor.
İnci kefalinin türünü devam ettirmek için göç yolculuğunun takibini içeren çalışma aynı zamanda dünyanın en büyük mikrobiyalitlerine sahip Van Gölü’nün eşsiz florasına odaklanıyor. Suyun üstündeki heyecan ve canlılığın yanı sıra su altındaki dinginlik ve huzur da serginin iki farklı bölümünü oluşturuyor. Su altındaki eşsiz görüntüler, terk edilmiş bir antik kenti adeta sürreel bir tabloya dönüştürüyor. Son yıllarda tüm dünyayı etkisi altına alan göç kavramı ise Saygun Dura’nın deklanşöründe metaforik bir biçimde ifade ediliyor.
Suyun Altında ‘Arada’ Kalanların Hikâyesi
Arada adlı çalışmanız daha önceki çalışmalarınızdan ne gibi özellikleriyle ön plana çıkıyor? Projenin gelişiminden biraz bahseder misiniz?
Uzun zamandır su altı fotoğraf atölyeleri yapıyordum. Bunun için dünyanın uzak noktalarına su altı fotoğraf çekimine gidiyordum. Bir arkadaşım inci kefali için Van’a gitmemizi önerdi. Ben de düşüncelerime uygun bir fotoğraf çıkartabileceğimi ummadan gittim. İnci kefalinin göçünü öğrendikten sonra çok etkilendim. Birkaç taslak fotoğraf çektikten sonra bu işin yürüyebileceğini düşündüm. Bu fotoğraflarımı Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi’nden bir bilim insanı görmüş. Bana telefon etti ve orada bilimsel bir çalışma yaptığını ve o çalışmanın su altı çekimlerini yapıp yapmayacağımı sordu. Beraber çalışmaya karar verdik. Bu sergideki ikinci konu da mikrobiyalitler. Onlarla ilgili bilimsel çalışmanın fotoğraf çekimleri için yaklaşık 10 gün boyunca Van’da dalışlar yaptım.
Van Gölü’nün bir diğer özelliği de dünyanın en büyük mikrobiyalit oluşumlarının olduğu yerler olması. O mikrobiyalitler bazı yerlerde 40 metreden başlıyor ve yüzeye kadar büyük oluşumlarla meydana geliyor. Sadece bir bilimsel veri için onları çekmiştim. Yine ben tek başıma dalıyordum. Çekim yaparken oranın çok garip bir yer olduğunu keşfettim. Beni çok heyecanlandıran yapıların olduğunu gördüm. Bunu sergiye dönüştürebileceğimi gördüm. Sanki orada insan yapımı bir takım oluşumlar var gibiydi. Adeta gerçeküstü heykeller yapan bir sanatçı orada sergi açmış gibiydi. Fakat bir yönüyle baktığınızda belgesel fotoğraf tadında şeyler çıkıyor. Açıyı değiştirip ışığı farklı yorumladığınız zaman orada sanki antik kentlerden bir takım kalıntılar, sürreal sanat eserleri varmış gibi geldi. Sonra üzerine düşününce serginin teması göç olmalı ve bunlar terk edilmiş kentleri simgelesin diye düşündüm. Sonra beş yıl boyunca düzenli olarak gittim.
Dünyanın birçok yerinde dalışlar yaptınız. Van Gölü flora açısından çok zengin bir coğrafya mı?
Aslında değil. Sadece bu oluşum çok ilginç. Benim dalış yaptığım noktalar çok keşfedilmemiş bir bölgeydi. Zaten özel bir amaç için dalış yapıyordum. Mikrobiyalitlerin bu anlamda biçim aldığını başka hiçbir yerde görmedim. O anlamda diğerlerinden çok farklı. Okyanusların, bizim denizlerimiz ve göllerimizden çok zengin bir yapısı var ama bu çok özel bir konu. Sergi açarken retrospektif olarak gurur duyduğum fotoğraflarım vardı onları yan yana getirmektense bir kavram eşliğinde sergiyi kurgulamak daha çekici geldi. Bu anlamda çok etkileyici benim için.
Bu kaçıncı serginiz? Diğerleri de su altı temalı mıydı? Bu çalışmanızda çok özel bir keşfiniz oldu mu?
Muhtelif yerlerde başka sergi türevlerini de açtım ama bu altıncı sergim. Diğerleri su altı temalı değildi. İlk sergim kavramsal bir sergiydi. Yine metaforik bir anlamı vardı. Bir balığı denizden koparılmış kendi yaşamına uyum sağlayamayan bir insanı temsil ediyordu. En özel keşfim mikrobiyalitler oldu.
Mikrobiyalitler tam olarak nedir?
Van Gölü’nün zemininden çıkan tatlı su, kalsiyumlu ve sodalı sudaki karbonatla birleşiyor ve biçim almaya başlıyor. Sonra göldeki bitkisel planktonların fotosenteziyle de üstü kaplanmaya başlıyor ve sürekli büyüme gösteriyor. Aldıkları biçim de ortama göre değişiklik gösterebiliyor. Mikrobiyalitler, Van Gölü’nün mercanları diye geçiyor.
Bu mikrobiyalitler sadece Van Gölü’ne özgü mü?
Dünyanın birçok yerinde varmış fakat en büyükleri Van Gölü’nde. Bu çektiğim oluşumlar sadece bir koyda. Diğer çektiğim koylarda bu oluşumları almıyor. Dünyada buna benzerlerini görmedim.
“İnci kefalinin göçü üzerinden aslında insanların göçünü anlatıyorum”
Sergide iki farklı bölüm var. Birisi su üzerindeki coşkunluğu veren, ikincisi ise su altındaki huzuru hissettiren. Su altı ve su üstünün tezatlığını yansıtmak tematik olarak özel tercihiniz miydi?
Aslında göçe ve terk edilmişliğe metaforik olarak odaklanıyorum. İnci kefalinin göçü üzerinden aslında insanların göçünü anlatmaya çalışıyorum. Buradaki mikrobiyalitler terk edilmiş kentleri ve bıraktıkları evleri, diğeri de göç kavramını simgeliyor. Buraya baktığınız zaman da bir terk edilmişlik, sessizlik ve ürkütücülük var. Aşağıda dinginlik varken yukarıda da olağanüstü bir yaşam mücadelesi var. İkisi de tezat ama toplumdaki göç kavramına gönderme sağlıyor diye düşünüyorum.
İnci kefalinin hikâyesini anlatır mısınız? Nasıl bir göç yolculuğu var?
İnci kefali milyonlarca yıldır o gölde yaşayan endemik bir tür. Sadece sodalı, tuzlu ve etrafı volkanik bir yapı olduğu için orada sadece inci kefali evrimleşerek uyum sağlıyor. Sadece tek tür olarak devam ediyor yaşamaya. Mayıs aylarında neslini sürdürebilmek için akarsulara giriyor. Fakat buraya girmeden önce fizyolojisinin sodalı sudan tatlı suya uyum sağlaması için arada bekliyor. Serginin isminin “Arada” olması buradan geliyor. Vücudu tatlı suya alıştığı zaman nehre giriyor. Büyük bir azimle akarsuyun kaynağına doğru gitmeye çalışıyor. En güçlüler oraya gidiyor. Orada bırakılan yumurta en güçlülerin yumurtası oluyor. Gücü yetmeyenler daha yakın yerlerde yumurtalarını bırakıyor. Tekrar göle dönerken de yine aradaki sodalı suya alışabilmek için yaklaşık 1 ay bekleyip sonra giriyorlar.
Türünü devam ettirmek için gösterdikleri bir çaba aslında…
Evet, neslini devam ettirmek için gösterdikleri bir çaba. Orada bir martı türü onları avlamaya çalışıyor. Oradaki yılanlar ve kaplumbağalar saldırıyor. Daha korkuncu şu anda engellenmiş ama oradaki avcılar da önceden büyük ağlarla yakalayıp satmaya çalışırlardı onları. Zamanında bir bilim insanı bunun endemik bir tür olduğunu söyleyerek bunu engellemiş.
Bütün yolculuğunu takip ettiniz mi o süreçte?
Hayır, çünkü her yer fotoğrafa uygun değil, yüksek bir akıntı söz konusu. Onların çok yoğun geçtiği ve kuşların çok yoğun olduğu yerlerde çekimler yaptım. Bu alanlar fotoğrafa daha uygun yerlerdi. Zaten bir takım setlerle insanlar tarafından engeller oluşturulmuş. Tamamını gözlemleyemiyorsunuz.
Bu göç hikâyesinden de metaforik olarak aslında insanın göçünü vurgulamak mı istediniz?
Evet, dünyada 7 milyar insandan yaklaşık 65 milyonu sürekli göç ediyor. Bu da zorunlu bir göç. Burada anlatmak istediğimiz insanoğlunun göçüne bir gönderme olduğu için sergide birkaç tane farklı fotoğraf da kullandık. Bir tanesi Van Gölü’nde 1958 yılında batan bir Rus yapımı gemi. Sodalı bir su olduğu için batan ahşaplı yapıdan oluşan geminin ambarına girdim. Devrilen bir soba var hiç paslanmamış. Olduğu gibi duruyor her şey. Göçü destekleyebilir diye onu da kullandık. Bir de Halfeti’den bir fotoğraf var. Halfeti’de 2000’lerin başında Birecik Barajı’nın yapımı sırasında sular altında kalıyor ve oradaki halk da zorunlu bir göçe tabii tutuluyor. Kavramsal olarak uyum sağladığı için o fotoğrafları da burada kullandık.
Mikrobiyalitler fotoğrafa atmosferik olarak sürreal bir tablo görünümü veriyor. Hatta Max Ernst’in resimlerine benzetilmiş. Sanat camiasından buna benzer tepkiler aldınız mı?
Küratör Ergin Çavuşoğlu’na bu fotoğrafları gönderdiğimde onda büyük bir heyecan yarattı. Hemen Max Ernst’in 1940’larda buna benzer yaptığı resimleri bana gönderdi. Mikrobiyalitleri çok anımsatan resimler bunlar. Bu da beni çok heyecanlandırdı. Kendiliğinden sürreal bir ifadesi var zaten.
İzleyicilerden böyle bir reaksiyon aldınız mı?
Genelde fotoğrafın dışında böyle resimsi bir tat olduğunu söylüyorlar. İlave olarak bir kolaj çalışması yapmadım. Doğal, olduğu gibi fotoğraflar ama gerçeküstü havası var. Bu atmosferi yarattığınız zaman bu gerçeküstü havayı öne çıkarma imkânınız olabiliyor.
Su altı fotoğrafçılığı var olanı fotoğraflamak dışında nasıl improvize edilebilir?
Geçmişte yaptığım şey atölyeye girip stüdyoda büyük format filmlere uzun uzun çalışmalar sonrası tasarladığım fotoğrafların çekilmesiyle oluşturduğum şeylerdi. Baktığınız zaman ışık önem kazanıyordu. Benim asıl kökenim reklam fotoğrafçılığı olduğu için ışığı kullanma alışkanlığım öne çıkabiliyor. Işık zor bir konu aslında biraz kendinize göre bir teknik geliştirmeniz gerekiyor. Bu sergiyi diğer su altı fotoğraflarından biraz daha ayrıştıran konu, kafamda ne istediğimi biliyordum ve kafamdaki şablona uygun bir fotoğraf elde etmeye çalıştım. Sadece çekimle bitmiyor iş. Bunu tutarlı bir şekilde işlemek de önemli. Pandeminin bana olumlu etkisi 2 yıl boyunca uzun mesailerle bu fotoğrafların işlenmesiyle uğraştım. Hepsini arka arkaya çalışınca ortak bir dil de oluştu. Bu da klasik bir su altı fotoğrafından bir parça daha dışarı çıkmış olabilir diye tahmin ediyorum.
Onun dışında bu konuda alternatif farklı şeyler deneyen fotoğrafçılar var mı ya da sizin aklınızdan böyle bir şey geçti mi?
Yurt dışında var fakat bu denli doğal bir olayı bu kadar farklı yorumlamaya bu anlamda bakmadım. Fotoğrafa ilk başladığım zamanlarda sürekli kaynaklara bakardım, çok beğendiğim su altı fotoğrafçıları vardı. Onlara göndermeler yaparak ve benzer kompozisyonlar oluşturarak kendimi geliştirmeye gayret ettim fakat bu sergi öncesinde özellikle hiçbir şeye bakmadım. Hiçbir şeyin etkisinde kalmayayım dedim. Böylelikle daha özgün bir yapıya kavuşabilir diye düşündüm.
Kapak Fotoğrafı: Saygun Dura
İlginizi çekebilir: Artsy Magger’dan İstanbul Sergi Takvimi
İlk yorumu siz yazın!