İlk yorumu siz yazın!
Sinemada Tekelleşme ve Nitelik Kaybı: Scorsese Haklı Mı?
2019 yılının ekim ayında The Irishman filmi için yaptığı bir basın toplantısında sinema tarihinin en nüfuzlu ve övülen yönetmenlerinden Martin Scorsese, Marvel filmlerinin “sinema” olmadıklarını ve ona filmlerden çok tema parklarını anımsattıklarını söylemişti. Bu söylemin üzerine ilgili stüdyonun hayranlarından, yöneticilerinden ve bazı yönetmenlerden çokça tepki gören Scorsese, kendisini daha iyi açıklamak adına 4 Kasım 2019’de New York Times’da bir deneme yayınladı. Şaşırtıcı olmayacaktır ki bu deneme tepkiyi azaltmadı, bilakis daha da geniş kitlelere taşıdı. Scorsese’nin bu görüşünün gün geçtikçe daha güncel ve geçerli bir nitelik kazandığını hep beraber gözlemliyoruz. Gelin bu süreci inceleyelim.
Eğlence Sektöründe Tekelleşme
Eğlence sektörünün şahikası Disney; 2009 senesinde Marvel’ı 4 milyar, 2012 senesinde ise Lucasfilms’i 4.05 milyar dolara satın aldı. Dönüp baktığımızda büyük bir öngörü ve iş zekası barındıran bu yatırımlar Disney’i kendi sektöründe bir monopoli hâline getirmekle kalmayıp, aynı zamanda 13 senede gerçekleşen %200’e yakın bir büyümenin de ana elementleri oldu. Her sektörde olduğu üzere bahsi geçen tekelleşme bağımsız ve daha küçük çaptaki oluşumlar için bir tehdit oluşturmkta. Fakat söz konusu sinema sektörü olunca bahsi geçen tehdit normalden daha ciddi boyutlara ulaşmış durumda. Öyle ki Disney’e bağlı Marvel Studios’un son filmi “Spider-Man: No Way Home” dünya çapında birçok sinema salonunu esir almış durumda. Bu durum basit bir arz-talep ilişkisi olarak gözükse de aslında sektör bağlamında daha önce görülmemiş bir tahakküm söz konusu. Zira dijital içerik üreticisi ve Netflix’in editöryel takımında olan Reyna Cervantes’in attığı bir tweete göre bahsedilen filme yer açmak amacıyla Akademi ödüllü yönetmen Guillorme Del Toro’nun son filmi “Nightmare Alley”‘nin gösterimi iptal edilmiş durumda. Durumun ironik kısmı ise Nightmare Alley de dağıtım şirketi olarak burada Disney ile beraber çalışıyor…
Bahsettiğimiz tahakkümün bir başka etkisi ise artık orta ölçekte kâr eden hiçbir filmin kalmaması. Geçtiğimiz beş yıla baktığımızda “blockbuster” yani mega bütçeye sahip olup büyük ölçekli kâr getiren filmler haricinde hemen hemen her film ya zarar etmiş ya da düşük ölçekte kâr sağlamış durumda. Bu dengesizlik ise genç ve bağımsız yönetmenlerin önünü ve şevkini bir hayli kesiyor. Sinema salonları üzerinde kurulan bu hakimiyet, belirtilen niteliğe sahip olmayan filmleri çeken veya çekmek isteyen yönetmenleri sinemanın özünden, yani sinema salonlarından uzaklaştırıyor. Çünkü sinema salonlarında çok fazla ilgi görmeyeceği bilincine sahip bir yönetmenin tek çıkış yolu dijital yayın platformları oluyor. Her ne kadar bu platformlar kendim de dahil olmak üzere tüketici ila üretici arasında eşsiz bir köprü kursa da artık yönetmenler, filmlerini sinema salonlarında izlenmek üzere tasarlamıyorlar.
Scorsese’nin Söylemleri ve Sinemada Nitelik Kaybı
Eğlence sektöründe tekelleşmeden bahsederken geliri rakam, veri ve olaylara dayandırdığımız bir savımız vardı. Öyle ki bu, sav olmaktan uzak ve belirli ölçütler kullanılarak belirlenebilir reel bir durum. Fakat sinemadaki genel nitelik kaybından bahsedeceksek biraz daha kişisel kanaatlere ve subjektif ölçeklere başvurma durumundayız.
Scorsese, The New York Times’daki yazısında kendi sinema anlayışının bu filmlere örtüşmediğini belirtiyor. Yine de bu gibi filmlerle kişisel bir problemi olmadığını ve asıl sorunun bu filmlerin pazar üzerinde kurduğu hakimiyet olduğunu söylüyor. Bunun devamında kendisine göre sinemanın estetik, duygusal ve ruhani bir dışa vurum olduğundan söz ediyor. Ayrıca sinemanın karakterler bağlamında insan kararkterinin karmaşıklığı ve zaman zaman ortaya çıkan ikilemlerden oluşan yapısıyla ilgili olması gerektiğini savunuyor. Bu savların da ötesinde her şeyden önce sinemanın edebiyata veya müziğe denk bir sanat formu olarak değerlendirilmesi gerektiği kanaatinde. Bu görüşlerinde ünlü yönetmene katılmamak elde değil. Zira kendisinin de bahsettiği üzere artık sinemaya giden insanların birincil tercihi bütün pazarı domine etmekte olan ve adeta bir marka temsilcisi niteliği taşıyan filmler. Bu sebeple artık belirli bir sanatsal ve estetik kaygıyla inşa edilmiş filmere ancak sinemaya bir sanat formu olarak ilgisi olan insanlar ulaşabiliyor. Eskiden ana akım sinemanın bir elementi olan ve belli kaygılarla yapılmış filmer, “alternatif sinema” olarak nitelendiriliyor. Keza artık insanların aklına sinema veya film denildiği zaman tabiri caizse fabrika üretimi ve orjinallikten uzak eserler geliyor.
Bahsettiğimiz bu algı değişimi ise her ne kadar istisnaları olsa da genç yönetmenleri umutsuzluğa sürüklüyor. Biliyorlar ki istedikleri biçimde işler yapsalar para kazamamanın da ötesinde büyük şirketlerin işlerinin yanında görmezden gelinecekler… Çünkü geçtiğimiz yirmi senede sinema sektöründe yaşanan en menhus değişimin farkındalar: risk faktörünün ortadan kaldırılması ve bu durumla beraber formülatik filmlerin yükselişi. Bu formülatik filmler ise sinemanın temel unsurlarından birinden yani bireysel bir sanatçının vizyonundan çok uzaklar. İşte tam da bu ögenin eksikliği Scorsese’nin demek istediğini açıklıyor. Çünkü ona göre bu öge sinema ile görsel/işitsel eğlence formları arasındaki temel fark.
Bu yazıyı birkaç kişisel not ile bitirmek istiyorum. Çoğu zaman süper kahraman filmlerinden rahatsız olmuyorum hatta bir kısmından da büyük keyif alıyorum. Zira kafa boşaltıp iki saati eğlenceli değerlendirmek için eşi” bulunmaz filmler bunlar. Fakat burada Scorsese’ye hak vermeden geçemeyeceğim. Son on senede “franchise” filmlerinin bütün sektörü domine ettiği gözle görülüyor. Bu durumu bir arz-talep ilişkisi olarak yorumlayıp geçmeye de gönlüm razı olmuyor. Keza büyük ilgi duyduğum bir alanın tek bir janr ve belli birkaç pattern tarafından hakimiyet altına alındığını görmek üzücü oluyor haliyle. Yine de sürçü lisan etmediğimi umuyorum ve herkese bol filmi bir 2022 diliyorum!
Kapak Fotoğrafı: Erik Witsoe (Unsplash.com)
İlginizi çekebilir: Ali Berk Perçiner’den Dünden Bugüne Korku Sineması
Scorsese ki bana gerçek sinemayı sevdiren Coppola ile birlikte ilk yönetmendir, tamamen katılıyorum. Size de aynen katılıyorum. Nitekim son yıllarda sadece Bond filmlerine gitmişim ve nerdeyse seyrettiğim tüm filmler MUBİ, Netflix, Apple ve Amazon ve Google Play gibi kanallar olmuş. Bir de kendi arşivim. Açıkcası şahsen popüler filmlere karşı değilim ama burada iki konu var: Bir bir film popüler bir tür filmi olabilir ve yine de iyi filmdir. Öte yandan bu çizgi roman ve süper karakter filmleri dijital birer gösteri ürünleri, sinema, daha doğru bir deyişle film değiller. Seyreden de film seyrettim demesin.
Çok beğendim elinize sağlık. Yeni yazılarınızı merakla bekliyorum.
Ellerinize sağlık durumu açıklayıcı harika bir yazı olmuş 👏🏻👏🏻