57. Selanik Film Festivali'nin Ardından
Selanik’in denize nazır, en büyük meydanındaki büyük binalardan biri, şehrin en büyük sinemasını, 1000’e yakın kişiye bir arada film izlettirebilen, kapısı sokağa -hatta meydana- açılan tarihi salon Olympion’u barındırıyor. Balkonda oturduysanız, “sinemadan çıkmış insan” hâletiruhiyesiyle merdivenleri inerken, zamanında duvarları süslemek için poz vermiş Isabelle Huppert’le Jerzy Skolimowski’le, Darren Aronofsky’le, Nuri Bilge Ceylan’la göz göze geliyorsunuz.
Olympion’un bulunduğu meydanın biraz ilerisindeki limanın rıhtımlarından biri ve üzerindeki dört büyük depo binası restore edilmiş, dönüştürülmüş. Ve hayır, bu dönüşüm rıhtımı restoran ya da alışveriş merkezleriyle doldurmaya değil, şehre dört büyük yeni sinema salonu, bir sinema ve fotoğraf müzesi, bir çağdaş sanat alanı ve dilediğiniz gibi yayılabileceğiniz, arkadaşlarınzla içkinizi içebileceğiniz geniş bir kamusal alan yaratmaya yönelik olmuş.
İşte böyle bir şehir, festival ruhunu çok güzel giyiyor üzerine… Balkan sinemasının vitrini niteliğindeki, köklü Avrupa festivallerinden Selanik Uluslararası Film Festivali, bu yıl 3-13 Kasım tarihleri arasında 57. kez gerçekleşti. Ben de bir haftamı, nüfusu İstanbul’un çok altında olmasına rağmen içindeki sinema sevgisi en az İstanbul kadar olan bu kentte geçirdim.
Festivalin biri uluslararası biri ulusal iki yarışmasının yanı sıra büyük çoğunluğu Cannes, Venedik ve Berlin festivallerinin öne çıkanlarından oluşan hit film bölümleri, dünya sinemasının güncel örneklerine yer veren keşif bölümleri, ufak tematik bölümler ve bence en önemlisi Balkan sinemasına adanmış Balkan Survey başlıklı bir bölümü bulunuyor. (Balkan Survey‘in alt bölümlerinden biri her yıl bir yönetmenin filmografisine adanıyor ve bu yıl bu bölümde Zeki Demirkubuz toplu gösterimi gerçekleşti.) Diğer yandan Selanik’e kadar gelmişken Yunan Sineması’na daha çok vakit ayırmak isterseniz, birçoğu prömiyerini festivalin ulusal yarışma bölümünde yapan yarışma filmleri dışında ülke sinemasının diğer güncel örneklerine yer veren Yunan Film Festivali başlıklı bir festival-içinde-festival durumu da söz konusu.
Park | Sofia Exarchou, Yunanistan-Polonya
Son yıllarda başta Yorgos Lanthimos ve Athina Rachel Tsangari filmleri aracılığıyla büyüleyen Yunan Yeni Dalgası’nı çok heyecan verici bulanlardanım. 57. Selanik Film Festivali’nin hem uluslararası hem de ulusal yarışma bölümlerinde yer alan Park da, akımla birebir örtüşmese de Yunan Yeni Dalgası’ndan izler taşıyor ve bu izleri ustalıkla çizdiği bir gençlik portresiyle birleştiriyor. 2004’teki olimpiyat oyunları nedeniyle Atina’nın dışına inşa edilmiş fakat günümüzde hayalet bir şehirden farksız yapılar ile ekonomik krizin ve yaşam şartlarının etkisiyle kaybolmuş ve amaçsız hisseden Yunan gençliği arasında bir bağ kuran Park, kısa süre önce izlediğim Amerikan gençliği destanı American Honey ile akraba sayılabilecek derecede güçlü ve estetik bir film. Terk edilmiş spor tesislerinin, bitmekte olan yazın etkisiyle boşalan plajların ıssız görkemi bir yana, bedenlerini ve sözcüklerini yarın yokmuşçasına kullanan gençlerin ve çocukların hüznüne, içlerinden gelen son çırpınışlarına tanık olmak çok etkileyici. (Festivalin uluslararası yarışma bölümünde yer alan Park, En İyi Kadın Oyuncu (Dimitra Vlagkopoulou) ödülünün sahibi oldu.)
Afterlov | Stergios Paschos, Yunanistan
Festivalde, yalnızca izlediğim Yunan filmleri arasında değil, genel olarak da en iyilerim arasına giren Park‘ın dışında izlediğim üç Yunanistan ve bir Kıbrıs yapımı ise beni yeterince tatmin etmedi: Uluslararası yarışmada da yer alan Afterlov (Yön: Stergios Paschos), eski sevgilisiyle neden ayrıldığını anlayabilmek için onu arkadaşça bir teklifle eve hapseden genç bir adamın hafta sonunu anlatıyor, bugüne dek izlediğim en saçma ve mide bulandırıcı sevişme sahnelerinden birini barındırıyor ve kaliteli başlayan mizahını film ilerledikçe kaybediyordu. Kissing? (Yön: Yannis Korres) ve Kafsi (Ashes, Yön: Stratos Tzitzis) derin, toplumsal ve felsefi tartışmalar içeren, tiyatro estetiği taşıyan, biri genç bir çiftin, diğeri bir arkadaş grubunun kişisel meselelerini tartışırken fonda sokak çatışmalarının ya da ekonomik krizin fiziksel ya da piskolojik etkilerini hissedebildiğiniz filmlerdi. Son olarak Kıbrıs’ta geçen dönem filmi To Agori Sti Gefira (Boy on the Bridge, Yön: Petros Charalambous) yumurcak bir çocuğun bir Akdeniz kasabasındaki yumurcaklıklarını anlatıyormuş gibi gözükürken fona yerleştirdiği aile dramı, sosyal meseleler ve didaktik mesajlarla tam bir Çağan Irmak filmiydi.
S one Strane / On the Other Side | Zrinko Ogresta, Hırvatistan-Sırbistan
Balkan Survey bölümünden, ilgilendiğim bir coğrafyadan filmler sunsa da Filmekimi’nde izlediğim Romanya filmleri, döndüğümde izleyebileceğimi düşündüğüm Türkiye yapımları ve Slovak filmi Ucitelka (The Teacher) gibi üzülerek programıma uyduramadıklarım nedeniyle yalnızca iki film izleyebildim. İlki Zrinko Ogresta imzalı, Hırvatistan’ın Oscar aday adayı seçilen S One Strane (On the Other Side) idi. Beni hiç tahmin etmediğim bir yerden vuran bu intikam hikayesinin, tarihi savaşlarla ve komşunun komşuya düşman kesildiği acı dolu günlerle dolu bir coğrafyadan çıkması tabii ki tesadüf değil. Filmde, savaşın ardından, binlerce kişinin ölüm emrini vermiş üst düzey bir subayın eşi olduğu için evinden ve ülkesinden ayrılmak zorunda kalan bir kadın ve çocukları, yıllar sonra serbest bırakılan o zalim adamın telefonuyla yeniden eski günleriyle yüzleşmek zorunda kalıyor. İzlediğiniz sürece mesafeyle yaklaştığınızı düşündüğünüz karakteriyle aslında empati kurduğunuzu fark ettiren etkileyici bir finale, intikamın çok sık rastlamadığımız bir formuna sahip.
Rauf | Barış Kaya & Soner Caner, Türkiye
Balkan Survey bölümünde Zeki Demirkubuz toplu gösterimi dışında, Türkiye’den Reha Erdem’in yeni filmi Koca Dünya ve Mehmet Can Mertoğlu’nun Albüm‘ü de yer alıyordu. Benim izlediğim Türkiye yapımı ise geçtiğimiz İstanbul Film Festivali’nde kaçırdığım, Barış Kaya ve Soner Caner imzalı Rauf oldu. Hiçbir şekilde görmediğimiz ama seslerini duyup, psikolojik etkilerine tanık olabildiğimiz bir savaşın gölgesinde büyüyen çocuklardan biri olan 9 yaşındaki Rauf’un, hiçbir şeyden haberi olmadan bir genç kadına aşık olması ve onun en sevdiği renk olan pembeyi aramasını anlatan Rauf, izlemeyi çok sevdiğim ama içi bu denli dolu ve anlatımı bu denli sadesine kolay kolay rastlayamadığımız büyüme hikayelerinden. Tamamını kaplayan, filmin var olmasına neden olan kocaman hüzne ve acıya rağmen sık sık güldüren, en iyi iş yapan ustanın sürekli tabut ölçüsü alan bir marangoz olduğu bir köyde on yıllardır süren savaşın ağırlığı altında saf bir çocuk olmayı anlatan Rauf, festivaldeki favorilerimden oldu.
King of the Belgians | Peter Brosens & Jessica Woodworth, Belçika-Hollanda-Bulgaristan
Bölgeye biraz dışarıdan bakan, hatta Balkanlar’ı biraz karikatürize eden bir film de vardı programda: Daha önce La cinquième saison (The Fifth Season) filmleri sayesinde yaratıcı dünyalarına aşina olabileceğiniz Peter Brosens ve Jessica Woodworth yönetmen ikilisinin imzasını taşıyan King of the Belgians. Kurmaca bir film olarak tasarlanmış fakat çekimler sırasında bir mockumentary‘e evrilmiş film. Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne dahil oluşu (!) nedeniyle İstanbul’da planlanan kutlamalar, tam bu sırada Belçika’dan bağımsızlığını ilan eden Flamanya, havayollarını devre dışı bırakan bir kozmik fırtına, İstanbul’dan ayrılmaya izin vermeyen protokol kuralları ve halkının yanında olmak için karayoluyla kaçak giriş yaptığı Balkanlar’da kaybolan bir kral… Sırasıyla Belçika, Türkiye, Bulgaristan, Sırbistan ve Arnavutluk’ta geçen film, Sırbistan’da düşen tempoyla biraz sıkıcılaşmaya başlasa da genel olarak iyi gözlemler üzerine kurulu.
Hjartasteinn / Heartstone | Guðmundur Arnar Guðmundsson, İzlanda-Danimarka
Festivalin benim için en iyisi, Uluslararası Yarışma bölümünden bir Nordik filmdi. (Şaşırdınız mı?) İzlandalı Guðmundur Arnar Guðmundsson’un ilk uzun metrajlısı, festivalden Jüri Özel Ödülü’yle ayrılan filmi Hjartasteinn (Heartstone), bir Nordik yapımı olmasının yanı sıra bir büyüme hikayesi oluşuyla da kalbimi fethetti. İzlanda’nın kırsalında bir balıkçı kasabasında, çocukluk ve ergenlik arasındaki sancılı geçiş dönemiyle başa çıkmaya ve bedenlerini, duygularını, cinselliği ve gerçek hayatı keşfetmeye çalışan Þór ile Kristján’ın yaz tatili boyunca yaşadıklarını anlatan film, hem farklı olmanın, ‘çirkin balık’ olmanın yarattığı buhranı hem de farklı olmamanın da kendi içerisinde zorluklar ve maruz kalınan zorlamalar, beklentiler taşıdığını ortaya koyabiliyordu. Yönetmen Guðmundur Arnar Guðmundsson ile yaptığım röportajı da çok yakında ayrıca paylaşacağım.
The Transfiguration | Michael O’Shea, ABD
Uluslararası Yarışma’daki bir diğer favorim, vampir filmleri alt-türüne oldukça yenilikçi bir yorum getiren bağımsız Amerikan filmi The Transfiguration oldu. Michael O’Shea’nın ilk filmi, vampir filmlerine takmış genç vampir Milo’nun saplantısı nedeniyle alt-türün birçok örneğine göndermeler içeren (Twilight’ı dahi anan) bir sinefil mıknatısı olmasının yanı sıra bilindik vampir tasvirini altüst edişiyle de dikkat çekiyor. Vampirliği bir hastalık olarak tanımlayan ve kendi hastalığının formülünü, kurallarını anlayabilmek için çırpınan Milo’nun sancıları kendi kurallarını ihlal etmeye başladığı anda artıyor, hayatı (planlanmış) bir sona ve (gözün gördüğü) bir uçuruma doğru yuvarlanmaya başlıyor. Favori vampir filmim Låt den rätte komma in‘i sürekli baş tacı eden The Transfiguration, ergenlik herkes için farklı kuralları ve farklı ilaçları olan kaçınılmaz bir hastalıktır diyor.
Aquarius | Kleber Mendonça Filho, Brezilya – Fransa
Sadece festivalin değil, 2016 sinemasının en iyilerinden biri Brezilya çıkışlı Aquarius. Öncelikle filmin Cannes’daki prömiyerinden itibaren tartışmalar yarattığını, Brezilya hükümetinin ve hükümet yanlılarının sert tepkileriyle karşılaştığını, hükümetin filme hak etmediği bir 18+ sınırlaması getirerek kasıtlı olarak zarar vermeye çalıştığını ve film ekibinin Cannes ziyaretine dair asılsız suçlamalarda bulunduğunu, tüm bunların Brezilya sinema çevresini ikiye böldüğünü ve birçok filmin Oscar başvurularını çekmesiyle sonuçlandığını eklemek gerek. Peki nedir bu Aquarius derseniz, bizim hiç de yabancısı olmadığımız bir konuya, kentsel dönüşüm adı altında zorla evlerinden edilen insanlara ve kentin dokusuna zıt binaların maddi çıkarlar uğruna inşa edilmesine dair, aşırı doğal ve gerçek bir film. Filmin alttan alta hükümete, inşaat şirketlerine ve ikisi arasındaki ilişkilere dokundurması hiçbir şekilde hikayesinin önüne geçmiyor, hiçbir şekilde gösterişçileşmiyor, didaktikleşmiyor. 80’lerden günümüze uzanan hikayesi her daim doğal, senaryosunun her detayı işlevsel. Filmin yönetmeni Kleber Mendonça Filho, bir önceki filmi O Som ao Redor‘da (The Neighboring Sounds) olduğu gibi Brezilya mahallelerinin nabzını çok iyi tutmuş. Diğer yandan Sonia Braga‘nın muhteşem performansı benim için hemen, Latin Amerika sinemasının güçlü kadınlarının, dev performansların ve oyuncuların, (La nana‘nın Catarina Saavedra’sı, Gloria’nın Paulina García’sı ve Que Horas Ela Volta?‘nın Regina Casé’sinin) yanına eklendi. Kim bilir belki bir gün bizim kentsel dönüşümle komple yıkılan mahallelerimizin ya da daha önemlisi, hükümete muhalif gibi gözüken ama bir yandan evini bir an önce müteahhite vermek için çırpınan, 9 numaradaki huysuz kadını evini satmaya ikna edemediği için söylenen, çoğunlukla kentin dokusuna uyan yerine otoparkı daha katlı, metrekaresi daha geniş projeyi isteyen Bağdat Caddesi teyze ve amcalarının ikiyüzlülüğünün filmini de çekerler.
Sameblod /Sami Blood | Amanda Kernell, İsveç-Danimarka-Norveç
Festivalde izlediğim diğer filmler ise az iyiden çok kötüye doğru şunlardı: günümüz Türkiye’sinde mücadele ettiğimiz azınlıklara karşı ırkçılık sorununu çoktan çözse de onyıllar öncesinde pek farkı olmayan İsveç’ten Sameblod (Sami Blood, Yön: Amanda Kernell), İsrail’in bu seneki Oscar aday adayı seçilen, isyankar ve güçlü olmasına rağmen toplumsal düzen ve geleneklerin karşısında çaresiz kalan kahramanıyla Orta Doğulu kadınların gerçekçi bir portresini çizen Sufat Chol (Sandstorm, Yön: Elite Zexer), Rusya’dan sınırları zorlayan, yenilikçi ve metaforlarla dolu Zoologiya (Zoology, Yön: Ivan I. Tverdovskiy), İspanya’dan şaşırttığını düşünen ama çok da şaşırtmayan bir intikam hikayesi Tarde para la ira (The Fury of a Patient Man, Yön: Raúl Arévalo), Danimarka’dan bir kaybeden hikayesi I blodet (In the Blood, Yön: Rasmus Heisterberg), Suudi Arabistan’ın Oscar aday adayı seçilen, ülkesi standartlarına göre cesur olsa da dünya standartlarına yaklaşamayan romantik komedi Barakah yoqabil Barakah (Barakah Meets Barakah, Yön: Mahmoud Sabbagh), sınıf dengesizliğine bir tepki olarak çıplaklık ve şiddet kombosunu öneren Arjantin filmi Los Decentes (A Decent Woman, Yön: Lukas Valenta Rinner), İsviçre’den büyülü gerçekçi bir dedektif hikayesi Aloys (We Are (Dead), Yön: Tobias Nölle).
Özetle, festival Top5‘im şöyle:
1. Hjartasteinn (Heartstone) – İzlanda
2. Aquarius – Brezilya
3. Rauf – Türkiye
4. Park – Yunanistan
5. The Transfiguration – ABD
Bir sonraki Selanik yazısında sanattan sokaklara, yemekten kahveye öneriler ve notlar olacak!
işbirliğiyle / in collaboration with
İlk yorumu siz yazın!