Yönetmen ve senarist Selim Evci’nin dördüncü uzun metraj filmi Savrulan Zaman, uzun süreli bir ilişkiden yeni ayrılan Alper’in (Selim Evci), iş yerinde yaşadığı beklenmedik bir olay sonucunda vicdani bir sorgulama sürecine girmesini konu alıyor. Film, bireyin kendini ve çevresini yeniden tanımlama çabalarını dramatik bir dille işliyor. Filmin oyuncu kadrosunda Özge Gürel, Beste Bereket, Mine Teber, Derya Karadaş, Arın Kuşaksızoğlu, Erdem Şenocak, Nihan Okutucu, Şehnaz Bölen Taftalı ve Ümit Çırak gibi isimler de yer alıyor. Film ekibinde, İranlı başarlı kadın sinemacı Mastaneh Mohajer, kurgucu olarak yer alıyor. Filmin görüntü yönetmenliğini ise Cevahir Şahin üstleniyor. Selim Evci’ye filme dair merak ettiklerimi sordum. 

savrulan_zaman_001_selim_evci
“Savrulan Zaman” Film Afişi| Fotoğraf Kaynağı: Evci Film

Filmin ortaya çıkış hikayesini anlatabilir misiniz? Fikir aklınıza ne zaman ve nasıl geldi? Nerelerden nereye vardı süreç içerisinde?

Bunu hiçbir yerde söylemedim. Belki de böyle sorulmadığı içindir. Eşimle düğün sonrası bir seyahate çıktık.  Orada böyle uzun bir yolda araba kullanırken, o sırada bir sohbet etmeye başladık. Yani neyle ilgili bir film yapalım, nasıl bir film yapalım falan gibi. Evlilik sonrası bir hayatı geride bıraktığımı hissettiğim evredeydim. Onun öncesinde babamı kaybetmiştim. O da insan hayatında fark etmese de bir değişim, bir sorgulama getiriyor diye düşünüyorum. Sonra yine uzun bir ilişki sonrası böyle bir gri dönem diye adlandırdığım bir şeyim olmuştu. Bir yıllık buhran da denebilir. Böyle bir hikâye ararken o dönem aklıma geldi. Böyle bir evre yapalım diye düşündüm. Hatta sonrasında da belki bunu devam ettirir bir seri yapıp, sonrasında da bir evlilik dönemi yaparız diye düşündüm. Aslında ilk orada başladı. Onun üzerine arayışlar başladı. Yani biraz yaşadığından, biraz çevrenden, birazdan duyduğundan. Aslında film yapmak da biraz hayatın kolajı gibi. Sonra da bu minvalde şekillendi senaryo.

Anladığım kadarıyla filmin ortaya çıkış hikâyesi, hayatınızda kendinize yer aradığınız bir döneme ya da yaşadıklarınıza bir mesafeden bakabilme evresine denk gelmiş. Anlattıklarınızdan Savrulan zaman isminin çok şey ifade ediyor gibi hissettim.  Bu ismin film ve sizin kendi kişisel hayatınız için ifade ettiği anlamı sormak isterim.

Kırklı yaşlar dediğiniz gibi geçiyor. Yirmili otuzlu yaşlarda modern yaşamın size sunduğu şeylerle daha barışık hareket edebiliyorsunuz. Ama kırklar geldiği zaman hayatın gerçekleri sanki insanın yüzüne çarpılıyormuş gibi oluyor. Dolayısıyla bir de onun üzerine böyle hayatta bir arayış, bir yönelim ihtiyacı oluyor. Yani hayat birey olarak devam eden bir şey mi yoksa daha domestik yaşam dediğimiz daha böyle bir aile kurma, baba olma falan gibi orada böyle o ikilem karşınıza çıkıyor. Kırklara kadar bunu götürüyorsunuz bir şekilde ama kırklar geldiği zaman hakikaten bir karar vermek gerekiyor. Bu şundan iyidir demeye çalışmıyorum ama orada böyle trafik yol ayrımında bir şeyi seçiyorsunuz gibi bir durum oluyor.

1000119786
“Savrulan Zaman” filminde Selim Evci | Fotoğraf Kaynağı: Evci Fİlm

Zaman kavramından yola çıkan bir film. İsmi de keza öyle. Bu noktada mekânla ilgili bir şey sormak istiyorum. Çünkü mekan zamanı kodladığımız ve hatırlamak istediklerimizi kolayca bulabildiğimiz yer oluyor. Siz Savrulan Zaman filmini yazım ve çekim sürecinde nasıl mekânlar içinde hayal ettiniz?

Bir kent filmi olarak tasarladım.Cihangir’de geçen bir film. Şehrin zaman akışındaki savrulma hali ve zamanın savrulma hali  ve  insanın bazen aldığı kararlarda zihnin başa dönme ruh halini zamanın bir döngü gibi hissedilme ruh halini göstermek istedim. Çünkü filmin başındaki bir sahneyi sonunda da görüyoruz. Aslında savrulan zamanını oralara sıkıştırmaya çalıştım. Bir şeyi denemeye başlıyor karakter, belki de bir şeyler olduktan sonra onu denemeye başlıyor gibi böyle bir fazla spoiler vermeden ifade etmeye çalışıyorum. Yani orada da bir sahneyi ikiye bölerek, var olan bir sahneyi ikiye bölerek filmi arasında sıkıştırdım. Ve böylelikle o zamanın döngüsel ve bizim kararlarımızın da zaman içerisinde bir döngü şeklinde karşımıza çıkmasıyla ilgili bir takım hislerim, bir takım sezgilerim oldu filmi yaparken.

Ve mekân olarak da aslında aynı yere dönüyoruz.

Tabii ki, mekân olarak da aynı yere dönüyoruz. Çünkü mekânın ruhu zamanla da çok paralel.

Açılış sahnesinden bahsettiniz onu çok sevdiğimi söyleyebilirim. Bir kış günü deniz kıyısında Alper’in fotoğraflarını çeken bir kadın görüyoruz ve Alper sanki seyirciye kendi portresini çıkarır gibi sağ profilini sol profilini ve kendi yüzünü gösteriyor. Bu şekilde filmi başlatma fikriniz ve dair bir şeyler sormak istiyorum aslında. Sebebini paylaşabilir miydiniz?

Birçok sebebi var. Bir tanesi böyle spesifik bir gün, akılda kalıcı bir gün olmasını istedim. O gün çok kar yağmıştı.  Hani karlı günler çok kolay kolay unutulmaz ya. O gün çok kar yağmıştı. Bir de İstanbul için çok özeldir karlı günler. Öyle özel bir gün olsun istedim. İnsan hep kendini içeriden değil de dışarıdan da tanımlar.  Başkalarının söylediklerine, başkalarının onu tanımlamasına da çok önem veriyor ve ihtiyaç duyuyor.  Fotoğraf konusunda da öyle bir şey vardı. Bir başka gözün onu tanımlaması gibi, onu bir çerçeve içine alması gibi bir başlangıç tasarladım.

1000119787
Savrulan Zaman | Fotoğraf Kaynağı: Evci Film

Kişisel ve sosyal hayatımız kuşatıcı nesneler, konforlu sayılabilecek fikirler tarafından sarılmış durumda. Bundan dolayı da günlük hayatımızda ya da profesyonel hayatımızda daha formal ve mekanik ilişkiler içine savruluyoruz. Bu noktada Alper’in yaşadıklarına karşı mesafeli duruşu, filmin tonunu belirlediği gibi izleyicisine de zaman zaman karakterle özdeşlik kurabileceği, zaman zaman da onunla arasında ciddi bir mesafe oluşturan bir yapısı var. Bu dengeyi sağlamak için nelere dikkat ettiniz?

Güzel soru. Aslında böyle bir denge için çok çabalamadım. Biraz karakteri serbest bıraktım. Herkes zaman içerisinde bir şekilde savruluyor. Hepimiz savruluyoruz. Bazen her şeyin bizim tercihimiz gibi bir varsayıma ya da hisse kapılabiliyoruz ama özünde savruluyoruz. Dolayısıyla karakteri biraz serbest bıraktım. Bir de şuna çok önem verdim. Alper, aslında çabalamıyor gibi görünürken bir başkası için de çok çabalıyor gibi de görünebiliyor. Ben bunu seyirciden de duydum. Bu çok hoşuma gidiyor. Yani çabalamıyor diyenler var bir de çok çabalıyor ama olduramıyor diyenler. Dolayısıyla işte herkesin çabalama motivasyonu, çabalama biçimi çok farklı oluyor. Bazen böyle oldurmaya çalışırsınız ama olmaz. Dolayısıyla biraz Alper’in o savruk görüntüsünün içerisinde bu da var. Ben çok çabasız da bulmuyorum aslında onu. Bazen yaşam motivasyonumuz belli şeylerden düşer, kaybolur, azalır. hayata karşı bunu böyle tekrar canlandırmak isteriz ama bu çok kolay olmaz her evrede. O yüzden bu yaşadığı döneme de bir evre diye bakıyorum ben. Bence çocukluğu öyle değildi. Yani şimdi herkes böyle çocukluğunu biraz hatırlar ama hayat böyle ilerledikçe bizi böyle belli açmaz çıkmaz evrelere sokar. O yüzden karakteri bir evliliğin içinde de farklı görüyorum ben mesela. Yani çocuk sahibi olduğu zaman da daha farklı bir karakteri bürünebilir gibi geliyor. Çok umutsuz değilim Alper’le ilgili.

Söylediğiniz şey çok kıymetli aslında. Bazen bir şeyleri bırakabiliyor olmak, o savrulma haline de bırakabiliyor olmak kendimizi önemli bir mesele. Çünkü bazen hakikaten anlamak ihtiyacından sıyrılmak yaşam için o kaybettiğimiz enerjiyi devşirebileceğimiz bir nokta olabiliyor. Ve bir savrulma halinde kendimizi yaşama telaşına bıraktığımızda aslında kurtarıcımız olabiliyor. Bu noktada karakterinizin zamanda ve mekanda yaşadığı savrulma hali sizce bununla ilgili olabilir mi?

Belki de bazen insan çabalamanın çok bir şey getirmediğini fark ediyor. Hani bazen bir şeylerden vazgeçtiğinizde olmaya başlar ya çoğu zaman. Hep öyle olduğunu hisseder insan. Burada da belki de bu bir farkındalık olmuş olabilir. Mesela ben kendi hayatımda edebiyatla biraz böyle haşır neşir olduktan sonra böyle bir tık şeyimi kaybettiğimi hissetmiştim yani. Mesela işte Lermontov’u.x ya da işte Dostoyevski okuduğumda  romanların içerisinde biraz böyle gezinmeye başladığımda orada böyle bir hayatın önemsizleşme demeyeyim de bir şekilde seninle hayat arasına bir mesafe girer gibi oluyor belki de. Ama dediğim gibi insan çok değişken bir varlık. Bunu hep bir evre diye de bakıyorum ben. O yaşadığı şeylerin sonucu hayatın bir evresine girmesi gibi. Bilmiyorum ben de biraz savuk cevapladım galiba.

Belki de sorunun da ruhunda biraz o vardı.  Anlama ihtiyacından sıyrılmakla ilgiliydi. Dolayısıyla cevabınızın da bu şekilde geliyor olması çok normal.

Çünkü anlamaya çalıştıkça bir tıkanma yeri var.  Benim çocukken kendime sorduğum sorular vardı. “Şu ne, bu ne, o ne” falan gibi. En büyüğe çıktığım zaman bir korku kaplardı içimi. O yüzden böyle bir noktadan sonra da insan anlayamadığını bırakması gerekiyor galiba. 

Çoğu zamanda o anlamaya çalıştığımız ve anlama konusunda sıkıştığımız yer aslında o anda ve orada değil belki de. Başka geçtiğimiz ve işte tam olarak göremediğimiz yerlerdeki başka türlü bir görememişlikle, hesaplaşamamışlıkla belki ilişkili olabiliyor.

Tabii o zaman kendini de suçlayabilirsin. Ben mi göremedim, ben mi yapamadım, ben mi anlayamadım? İşte orada o da büyük bir problem. Yani insan bu anlama ruhu halinde kendisini de bir daha biraz öyle bir potansiyelde varsa kendini acıtma gibi noktalara varabilir. O zaman o anlama ruhu içerisinde böyle kendini acıtmaya dönüşen bir şeye de çıkıyor. Yani olan olmayan ilişkilerde ben ne kadar suçluydum, ben ne kadar şeydim, bunları tabii insan hep sorguluyor hayatın içinde.

1000119788
“Savrulan Zaman” filminde Özge Gürel | Fotoğraf Kaynağı: Evci Film

Filmde yer olan diyaloglara dair de bir şeyler sormak istiyorum. İki insan arasında kusur sayılmayacak sohbetler, ilişkilere dair de naif sözler duyuyoruz sahnelerin içinde. Alper’in eski sevgilisinde kalan eski eşyalardan en azından bir kitap alabilme gibi çok ufak bir sahneden bahsedebiliriz. Bir yandan da  toplumun getirdiği baskılar üzerinde gerçekleşen iki insan arasındaki birbirlerine dürtmeler var. Karakterin ailesi tarafından evlenme baskısı görmesi gibi. Burada toplumsal baskıyı yapan tarafı da tutmuyorsunuz. Alper’i  de tutmuyorsunuz. Bu noktada taraf tutmama halini nasıl dengede tuttunuz diyalog yazarken? Çünkü oldukça zor bu.

Hiçbir karaktere kızmıyorum. Hayatta da biraz öyle. Herkes kendi tarafından bakınca haklı sebepleri buluyor. Dolayısıyla ben böyle bir şeye kızgın değilim karakter oluştururken. Anneyi de anlamaya çalışıyorum kendi tarafından bakınca. İşte mesela sanatla uğraşacak bir çocuğa babasını ya sen aç kalacaksın bak sanatla uğraşma gel şöyle bir devlet şeyine gir bir kamu şeyi ol falan demesinin de bir kendince bir mantığı var. Haklı tarafı olabilir. Dolayısıyla bütün o prizmanın bütün açılarını anlamaya çalıştığın zaman karakterleri anlayabiliyorsun. Filmlerde onu seyirciye bırakmayı tercih ediyorum. Ben bir karakteri doğru ya da yanlış diye manipüle etmekten çok çekinirim. Böyle olan filmleri de hiç sevmem. Seyirciyi o konuda özgür bırakmak lazım. O soruyu ona sormak ve kendi tarafını kendisinin yorumlaması, değerlendirmesi gibi. Dolayısıyla filmin içinde karakterlerin hep kendi tarafından haklı sebepleri var. O kitap alma konusuyla  ilgili  çok şey duydum. Farklı şeyler duymayı çok seviyorum bir sahneyle ilgili. Bir tanesi ya o kadar bencil adam ki dedi böyle bir tane kitabı bile kıza ihtiyacı olmadığı halde bırakmadı falan dedi. Bir başkası da diyor ki ama demek ki kız da bir hesap yapmış ve kitapları ortaya çıkarmamış. Bu şeyi sağlamak çok önemli. Ama asıl olan orada bence güç savaşıydı. Orada kitabın hiçbir önemi yoktu. Bazen ilişkilerde öyle iş bilek güreşine, güç savaşına döner. Oraya girdiğiniz zaman oradan çıkmak çok zor. Oraya nasıl girilir, ne şekilde girilir? onu bilemem, bazen haz da verebilir. Çünkü onu alışkanlık haline de getirebilirsiniz. Ama oradaki temel mesele, o sahnenin temel dinamiği aslında birbirini acıtmak, güç savaşı, o iç içe geçmiş ilişki sarmalı. 

1000119785
“Savrulan Zaman” filminde Özge Gürel| Fotoğraf Kaynağı: Evci Film

Filmde izini belli etmeyen, çok net bir şekilde görmediğimiz ama hissedebildiğimiz bir mutluluk arayışı var. Ve o mutluluk arayışının genelde uyumlanmayla olabileceğine dair de söyledikleri ya da hissettirdikleri var diye. Siz ne dersiniz bu konuda?

“Mutluluk kabullenmektir” diyor bir yerde. Sevdiğim bir söz. Çünkü hakikaten insan çok çaresiz hayata karşı. Çok zavallı. Kudretli bir tarafımız yok. Sanal bir alemde insanar kendine  güç atfediyor. Aslında çok hayatın içinde, o doğanın içerisinde çok çaresiz anlarla karşılaşıyor. Şimdi burada iki seçenek var. Ya böyle işte budalaca kendinizi böyle bir güçlü şey gibi hissedeceksiniz ya da o akıntıya kendinizi teslim edeceksiniz. Biraz böyle bir yapısı var.

Aslında sohbetin başında bahsettiniz ama karakterlerinizi ve izleyiciyi zamanın akışıyla zamanın döngüselliğine dair bir numara yapıyorsunuz. Ve zamanı bu şekilde kullanmanızın filmin anlatı yapısındaki yerine dair bir şeyler eklemek ister misiniz?

Filmleri yaptıktan sonra filmi anlatma kısmı beni hep zorluyor. Anlattığım zanan çok içgüdüsel bir şekilde seyircinin zihniyini sınırlamış gibi hissederim hep. Ben ortaya bir şey koyayım, seyirci bir tarafından çekiştiriversin. O şunu anlasın, bu bunu anlasın. O desin zaman şöyle, bu desin zaman böyle. O yüzden ben onu böyle çok bir tanımlama içerisine soktuğum zaman, böyle bir ince bir rahatsızlık duyuyorum. Filmleri üretirken bir sürü sezgiden, bir sürü şeyden faydalanarak, bazen de nereye gideceğini bilmediğin bir şekilde ortaya bir fikir atıyorsun. Çok da kontrollü olmuyor aslında bütün o süreç. Mesela o zaman meselesi benim kurguda oluşturduğum bir unsur. Başlangıça filmin adı da farklıydı. Daha sonra “Savrulan Zaman” oluştu ve o benim kurguda oynadığım ve keşfettiğimi bir fikir oldu. Dolayısıyla bunlar baştan çok köşeli tanımlamalar değil de böyle zaman içerisinde ortaya çıkmış bir takım sezgilerin sonucu açığa çıkmış şeyler.

 Kapak Fotoğrafı: Evci Film

İlginizi çekebilir: Enes Kudu’dan Özge Erdem ve Kemal Kayaoğlu ile: Takımyıldızları Oyunu Üzerine