Herhalde Instagram’da en çok ‘stalk’ladığınız hesaplar diye bir bölüm olsa bende ilk çıkanlardan biri “Evolution of Mor ve Ötesi” videosu sayesinde Sena olurdu. Zamanında, komik videolara müzik ekleyerek Twitter’da paylaştığı işleri görünce “Demek ki müzisyenler kendi aralarında acayip kaliteli eğleniyorlar.” demiştim ki gerçekten de öyleymiş. ‘Fan girl’ü olduğumdan röportaja korkarak gittim aslında ama o kadar tatlı biri ki her gün görüştüğüm bir arkadaşımlaymışım gibi hissettim. Böylece de müzikten, kendinden beklenin dışında bir iş yapmaktan ve daha pek çok şeyden konuştuk.

Sena
Sena | Fotoğraf: İrem Çakır

Sena biz seni uzun zamandır takipte olduğumuz için yakından tanıyor gibi hissediyoruz ama Paptircem’den dolayı Cem olarak tanıyanlar ya da “aa Hurdacı kız” diyecekler için birazcık kendinden ve müzik geçmişinden söz edebilir misin?

Tabii ki, ben Sena ama Cem yanılgısı sıkça oluyor hatta “Merhaba Cem Hanım” diye başlayan mailler de alıyorum 🙂 Ben Yalova’da doğdum büyüdüm. O dönemde Yalova’da bir tane müzik konservatuarı açılıyordu ama halk eğitim kursu gibi düşünülebilecek bir yerdi. İlkokuldayken benim duyduğum şeyleri çalabildiğimi fark etmişler. Müzik öğretmenim annemlere “Bu kızın müzikle ilgilenmesi lazım” deyince annemler de gaza geldiler ve konservatuarı öğrenip beni hemen sınavına yolladılar. Ben de o zamanlar keman çalıyordum ama taşıyamıyordum, kolum ağrıyordu, sesinden hoşlanmıyordum. Saçma sapan bir zorlamayla devam ediyordum. Bence zaten enstrüman sayesinde girmedim okula. Bir kulak sınavı oluyordu, o sayede alındım.

Annemin kurs sanıp yolladığı yerin konservatuar çıkmasıyla da müzik açısında bir şansım doğmuş oldu. Orada zorunlu piyano dersi vardı. Sevmediğim gıy gıy keman sesinden piyanoya bir geçtim “Oh ne kadar güzel bir şey bu” dedim. Böylece ana dalımı da piyano yaptık. Yalova’da dört yıllık bir sürecim oldu bu şekilde. Ben konservatuara başladığımda 9 ya da 10 yaşındaydım, liseye geçmeden önce de oradan mezun oldum. Hem lise sınavına hazırlanıyordum hem konservatuardan mezun olmaya çalışıyordum. Sonrasında da hayatım böyle geçti. Hep iki işi bir arada götürmem gerekti. Üniversitede çift anadal yaptım; psikoloji ve felsefe. Şu an bunlarla ilgili bir iş yapmasam da bölümlerimden çok memnunum; beni zihinsel anlamda bayağı açtılar.

Kendimden de biliyorum üniversitede eğitimini aldığın alan dışında bir iş yapmaya hem kendini hem de özellikle aile ve yakın çevreyi alışırmak güç olabiliyor. Sen ne durumdasın bu konuda?

Ben psikoloji ve felsefe mezunuyum. Düşününce ne alaka yani şu an yaptıklarımla. Dün halam aradı, tam o sırada da “imece challange” dediğim bir şey üzerine çalışıyordum. Takipçilerimden beşer saniyelik videolar istiyorum. Örneğin; biri kedisinin poposuna vuruyor, biri cips ısırıyor gibi şeyler. Ben de bu rastgele sesleri birleştirerek müzik yapıyorum. Halam da ben bunlarla uğraşırken telefonda dedi ki “Ne yapıyorsun kızım? Sen bizim gururumuzsun maşallah üniversiteden başarıyla mezun oldun.” Ben de “Ne yapayım hala, çalışıyorum işte.” gibi bir cevap verdim. Önümde de bahsettiğim videolar açıktı 🙂 Mutluyum ama, iyi ki o işi değiştirmişim.

Ben işi müzik olan insanlara çok özenirdim. Hayatımda yapmak istediğim şey buydu. İstedim ki benim hafta içim hafta sonum olmasın. “Dokuzda uyanırım, akşam altıda evdeyimdir ne yediğim ne içtiğim nereye gittiğim bellidir.” ekseninde bir düzen istemedim. Çünkü bu hayatı denedim ve iki gün sonra dedim ki ben bunu asla yapmayacağım ve buna alışmayacağım. Staj yaptığım reklam ajansından bir akşam çıkıp “Hurdacı” videosunu çekişim de öyle oldu zaten. Tabii o videoyu da işin buralara geleceğini bilmeden çekim. O yüzden bu röportajı okuyan herkese sesleniyorum. Beyaz yakalı olabilirsin, hayatın çok monoton geliyor olabilir ama her zaman gerçekten istediğin işi yapmanın bir yolu var. Çünkü o hayatı yaşarken şunu hissediyorsun: “Bu benim doğal halim olamaz ben dünyaya bunu yapmak için gelmiş olamam. Mutlaka benim daha parlayabileceğim daha mutlu hissedebileceğim, kendi kurallarımı koyabileceğim bir yer vardır. Bunun bir yolunu bulabilirim.”

O zaman tam yeri gelmişken sorayım “Bali man”, “Hurda Person” gibi ikonik videoları ‘cover’lama fikri nasıl doğdu?

İlk videolarımı paylaşalı bir buçuk iki yıl oldu. Parladığım an tüm dünyanın yıkıldığı ana denk geldi ama canım sağ olsun. Ben ilk videomu Twitter’a koymuştum ve bunlar benim zaten ses kaydına alıp arkadaşlarıma attığım şeylerdi. Onlar da “Ay çok komik” tepkileri veriyorlardı ve dediler ki “Bunu çek koy internete.” Ben de dedim ki “Siz gülüyorsunuz ama sadece müzisyenler güler buna, başka kimse anlamaz.” O sıralar da bir reklam ajansında staj yapıyordum, çok mutsuzdum. Eve geldim, “Madem herkes çek paylaş diyor niye olmasın?” diye düşündüm. Videoyu çektim, Twitter’da paylaştım ve şu an buradayız 🙂 Gelen bildirimlere inanamadım. Twitch’te izlediğim insanlar, beğendiğim sevdiğim müzisyenler, oyuncular ve daha birçok insandan bildirim vardı. O motivasyon ilk başta çok keyifli ama güldüğün, arkadaşlarınla sohbete meze olan şey bir anda değişebiliyor.

Sena
Sena | Fotoğraf: İrem Çakır

Yani senin de motivasyonunun düştüğü, odak noktanı kaybettiğin anlar oluyor mu?

Kendimi ‘stalk’lıyorum bazen. Elin gider ya hani eskiden neler yapmışım diye. Mesela ilk videolarım ya da İstanbul Belediyesi’ne yaptığım işi görüyorum. “Bu kim ya helal olsun ne kadar güzel bir şey yapmış.” diye izliyorum. O kişi ben değilmişim gibi bir duruma düştüm bir ara. “Bu kadar hevesli, yaptığı işten keyif alan kişi ne oldu da şu anda böyle?” diye düşündüm. Yabancılaşmaya başladım. Bu bir zehir bence. Her işte geçerli olan bir durum. Sosyal medyada içerik üreten biri için artık başarı kriteri ne kadar beğenildiği, videonun ne kadar izlendiği oluyor. Bir besteci için Spotify’daki dilenme sayısı oluyor. Diğer işler için aldığın pay, terfi oluyor ve maalesef bizim kafamız “Başarılıysan değerlisin” anlayışında takılı olduğu için (bence çocukluktan gelme bir şey) o süreçte alınan keyfi unutup komple verilere bakmaya başlayabiliyorsun. Bu da maalesef senin aldığın bütün zevki, hevesi öldüren bir şey.

O yüzden bir iş yapmadan önce artık kendime şunu söylüyorum: “Süreç güzel. O süreci unutma.” Bir şey bulduğun anda duyduğun o keyif ya da bir beste yapmaya çalışırken yazdığın bir şey için “Aa kötü oldu bir daha bakayım” deyişlerin…” Aslında bu işi bunun için yaptığımı unutmuşum ben o dönem. Günün sonunda işi yapma motivasyonu ne yaparsak yapalım “Bakalım ne kadar beğenilecek?” kaygısına kayıyor. Böyle de hayat geçmez gerçekten.

Büyük Ev Ablukada’nın “Olanla Olunmaz”ını coverladığında verdiğin Bo Burnham, Inside (Bo Burnham’ın karantinada evinde çektiği komedi belgeseli?!) referansı da o dönemden sanki?

Evet, tam bu hevesimi kaybettim dediğim dönemde Inside çıktı. Depresyonun dibindeyim. Evdeyim. Mutsuzum. Açtım gece Inside’ı. Devam ederken bir yerde ağır geldi. Durdurdum, “Devam edemeyeceğim ben buna.” dedim. Bunu biraz erteliyorum. Gerçekten bir yarım saatini izleyip bıraktım. Aradan bir süre geçti. Devam edeyim dedim yine böyle bir şey oldu. Inside’ın sonu benim için o kadar anlamlı ki çünkü ben de müzikle mizahı karıştırıyorum o yüzden o kadar iyi anlayabildim ki anlatmaya çalıştıklarını. Bir noktadan sonra herkes sana “Komikli videolar nerde abla?” demeye başlıyor. Bir de mizah yapan herkes çok mutlu görünmeli, şeker tatlış olmalı gibi kalıplar da zor.

Bir de maalesef görüşlerini paylaşmak da artık zor. Ben ülke gündeminin çok kötü olduğu günlerden birinde bir paylaşım yaptım mesela. Aslında bilmiyorum paylaşmak da ne kadar doğru ama benim söylediğim özetle, “Durumlar şöyle kötü böyle kötü, ben de kendimi kötü hissediyorum. Bizim tüm hevesimizi ve hayallerimi küçülttüler.” minvalinde bir şeydi. Bunu insanlar okuyup “Sena Hanım sizden kaldırmanızı rica ediyorum.” gibi yorumlar yaptılar. Halbuki kırk yılda bir ufacık bir şey yazmıştım.

Tüm bu zorluklara ve zorlanmalara rağmen geçtiğimiz iki yılda bence harika şeyler ürettin. Mesela bayıldığım bir “Evolution of Mor ve Ötesi” videon var. O iş nasıl ortaya çıktı ve hatta neden Spotify’da yok?

Mor ve Ötesi videomuzun Spotify’da olmaması, aslında olması gereken bir şey çünkü emek hırsızlığı sadece dolandırıcılık, hırsızlık yapmak şeklinde olmuyor. Müzik dünyasında da benzer olaylar çok yaşanıyor. Aslında bir sanatçının şarkısı onun mülkü, yasal olarak da bu böyle. Müzisyenlerin de haklarını koruyan düzenlemeler var. Ben bir başkasının şarkısını ‘cover’larken o sanatçıdan izin almam gerekir çünkü onun bir eşyasını kullanacağım aslında gibi düşünebiliriz.

Bizim senaryoda da ben Harun Abi’nin kendisine zaten yazmıştım “Böyle bir fikrim var.” diye. Bunu sormadan Youtube’a koyamazsınız mesela, büyük ihtimalle telife takılır ve davalar olur. Ben çok şanslıyım ki Harun Abi ve Mor ve Ötesi ekibi dünyalar tatlısı insanlar oldukları için “Tabii ki yap biz seni zaten takipteyiz.” dediler ve ben de gaza geldim. Şu an Harun Abi’ye desem ki “Spotify’a koyabilir miyiz?” muhtemelen “Bakalım bir koyabiliyor muyuz?” der, araştırır ve bir şekilde koyarız. Aynı şekilde Büyük Ev Ablukada’nın Olanla Olunmaz’ını ‘cover’larken de ben Bartu’ya yazdım. “Böyle bir isteğim var ama olur mu acaba?” dedim. O da “Biz halledebiliriz bir şekilde, sen yap da gerisi kolay.” dedi. Öyle ki ben yüklemedim şarkıyı Bartu yükledi. Gerçekten o kadar yardımcı oldular ki bana. Bu süreçte böyle bir desteği görmek çok güzeldi.

Sena
Sena | Fotoğraf: İrem Çakır

Tıpkı seni motive ettikleri gibi sen de başkalarını motive ediyorsun aslında. Bize biraz, bir altyapı hazırlayıp Instagram’da paylaştığın, diğer müzisyenlerin de o alt yapı üzerine söz yazarak ya da kendi enstrümanlarıyla katıldığı ‘jam session’lardan söz edebilir misin?

Ben kafa yorarken şeyi fark ettim: “Benim de bir kitlem var, evet. Peki ben ne yapabilirim?” Çünkü tamam bir post koyuyorsun, insanlar beğeniyor, yorumunu yapıyor ama kim bu insanlar onu merak ettim. Bildiğim kadarıyla çoğu da müzisyen. Dedim ki: “Evet artık tanışma zamanı geldi“. Benim olayım sıfırdan bir şeyler üretmenin o kadar da zor olmadığını göstermekti çünkü benim çoğu işimde de bu böyle. Bilgisayarın başına oturup bir şeyler çalmak, yaratıcı süreci hızlandıran şeyler. Sanat tarafında mutlaka bir fikir, bir ilham geldiği zaman çalışmak zorunda değilsin.

Bunu göstermek için ben ‘jam session’larda diyorum ki sıfırdan başlıyoruz. Seçin. Ne ekleyelim: Kick mi, davul mu? Tamam. Bas? Tamam. Böylece yapılış sürecini herkes görüyor. Müzikle ilgilenenlere bazen birinin ufacık dokunması gerekiyor çünkü. Bir arkadaşına gittiğinde o sana bir demosunu dinletiyor. O projeyi, nasıl ögelerden oluştuğunu görüyorsun ve diyorsun ki “Aa yapılırmış aslında, çok da zor değil.” Bu proje de benim bunu göstermek için yaptığım bir şeydi. Jam session’ı ilk yaptığımda işte bu şekilde hazırlanan altyapıyı wetransfer linkiyle ‘bio’ma koydum. “İndirin, bununla ne yapıyorsanız yapın” dedim. İlk koyduğumda arkadaşlarım “İnsanlar uğraşıp bir gün boyunca kayıt mı alacaklar?” deyip benimle dalga geçtiler. Ben de kendi kendime “Ah be Sena yanlış yaptın, insanlardan çok efor gerektiren bir şey istedin.” dedim. Sonra bir saat bekledim. Bir baktım neler var neler! İnsanlar bir kayıtlar göndermiş ki bence yüzde sekseni benden daha yetenekliler. Vokalinden söz yazana klip çekene kadar hepsi o kadar iyiler ki. Sololar atılıyor besteler yapılıyor… Ben de gelenleri ‘repost’luyorum.

Aslında ‘jam session’lar müzisyenlerin birbiriyle tanışmalarına da aracılık etmiş oluyor. Bence bu yönüyle de harika. Peki senin de parçası olduğun Paprika nasıl tanıştı?

Şimdi ben içerik yapıyorum mizah komikli videolar, buraya kadar tamam ama benim içimde yanan ve hiç sönmeyen bir müzik yapma aşkı vardı. Sahnede de bir şeyler yapmak istiyordum. O yüzden hep Youtube’da ‘live session’ çekenleri, cover yapanları izliyordum. “Scary Pockets” diye çok güzel funk cover’lar yapan bir grup var mesela. Bir gün onları izlerken dedim ki “Ben bundanım olsun istiyorum.” Bu kafayla bir gün arkadaşlarımla bir rakı masasında otururken bir baktım benim dilimden konuşan üç beş kişi var masada. Ben bir müzisyen söylüyorum başka biri oradan “Şu şarkısını dinlediniz mi?” diye cevap veriyor. Şöyledir böyledir derken bizim üç saat boyunca müzik konuştuğumuz bir ortam oluştu. Arkadaş grubuyla alevlendik bir anda. Çıktık arkadaşımın evine gittik iki saat daha herkes bir şeyler çaldı, bir şeyler denendi.

Tabii Paprika başlarken aklımızda hiç konserler filan yoktu. İlk başta “Evde takılalım, ortaya çıkanları paylaşalım.” dedik. Derdimiz buydu. Sonra bir konser işi geldi. Gitmeye karar verdik ama yeterince şarkımız yoktu. Ona da dedik ki “Çalışırız önemli değil.” Böylece kabul ettik. Hazırdaki dört beş şarkımıza bir hafta daha, her gün sabah akşam çalışıp eklemeler yaptık ve on üç şarkımız oldu. İlk konseri verdik. Hiç beklemediğimiz şekilde çok fazla insanı gördük orada, alan dolmuştu. Sonra bir konser de Ankara’da verdik. Orada da biliniyor muyuz, bir kitlemiz var mı yok mu bilmiyorduk ama gittik, tıklım tıklım gördük ve çok şaşırdık. Bu da bize çok zorlanılsa bile iyi işlerin kitlesini bulduğunu kanıtladı.

O halde, son sorum. Üzerinde çalıştığın ve ‘Magger’larla paylaşmak istediğin şeyler var mı?

Madem müzik yapıyorsun Sena’cım nerede bu müzikler?” dediğinizi duyar gibiyim 🙂 Ben yakın zamanda tüm birikimlerimi müzik ekipmanlarına yatırdım. Bunun tüm nedeni erkek arkadaşımla beste yapmaya başlamamız. Hem birlikte, hem bana, hem ona… Hakikaten içimizden gelerek çalıştığımız bir süreçten geçiyoruz. Yakın zamanda da onları yayınlamak gibi bir derdim var benim. “Evet cover yapmak çok güzel keyif alıyorum ama bakalım benden ne çıkacak?” diye düşünerek o bestelere yoğunlaştım şu anda. 2022 yılında esas hedefim onları yayınlamak.

Kapak Fotoğrafı: İrem Çakır

İlginizi çekebilir: Mag Porter’dan Tora ile: “A Force Majeure” Albümleri Üzerine