Serina Haratoka ile: “Rüya Mağaraları” Sergisi Üzerine
Serina Haratoka, “Rüya Mağaraları” adlı sergisiyle Aralık sonu sanatseverlerle buluşmak için gün sayıyor. Tokatlıyan Han’ın beşinci katında gerçekleşecek sergi rüya, mağara ve renk metaforları etrafında geziniyor. Denizhan Özer küratörlüğünde gerçekleşecek olan sergi mekân ile alışılmış dışı bir diyalog kuruyor ve izleyiciyi sıra dışı bir deneyime davet ediyor.
“Rüya Mağaraları” serginin teması ve ortaya çıkış hikayesinden bahsedebilir misin?
“Rüya Mağaraları” antik çağ medeniyetlerinde sıklıkla kullanılan renk tedavisi ritüellerinin; yazılı tarihin en eski mitlerinin, Antik Yunan filozoflarının, bazı modern çağ psikanalistlerinin veya Doğu felsefesinin önde gelen filozoflarının metinlerinde bahsettikleri mağara, doğum, tünel ve ayna metaforlarının benim dilimle bir tasviri diyebilirim.
“Post truth çağında gittikçe hissizleşen, renksizleşen ve mekanikleşen hayatlarımızı nasıl eski tadına dönüştürebilirim?” sorusuna biraz umut dolu, biraz şifalandırıcı ve biraz da melankolik bir yaklaşımla yıllardır yaptığım ve halen de devam eden araştırmalarımın bir sonucu.
Doğadan ve doğal olandan uzaklaştığımız, kanımca ruhsal çöküşler yaşadığımız bu zaman diliminde biraz başkalarına değil sadece kendimize ama görüntüdeki değil sadece içimizdeki kendimize odaklanmamızı öneren bir yolculuk yapmak ve yaptırmak istedim.
Anne karnında başlayan, kadının gücüne ve doğuma ilerleyen bir girizgâh sonrası, ifade, sevgi ve teslimiyet üzerine üç mağara içinde; ziyaretçiyi ifade edemediği sırlarını düşünmeye, sadece özünü sevmenin ayakta durmak için yetebileceğine inandırmaya ve bir taraftan bir umuda veya belki daha kudretli bir güce teslim olmanın verdiği konfor hissine doğru mahrem bir yolculuğa yöneltiyorum. Karanlık küçük mağaralar kendimizle, özümüzle ve ruhumuzla tekrar iletişime geçmek için o mahrem alanlarını yaratıyor.
Sonrasında bir doğuş, modern hapislerimizden bir arınma ritüeli ve rüyalarla tekrar iletişime geçmeyi öneren tatlı bir aşk hikayesine uzanıyoruz. Eskiden çok değerli, uğruna milyonlarca sanat eseri üretilmiş bazı duygular ve anların bugün nasıl değersizleştirildiğine karşı bir duruş gibi. Pornografik olmayan aşk anları, uyanıkken gördüğümüz bazı vizyonlar ve rüyalar. Antik medeniyetlerin üstüne tapınaklar inşa ettiği ama bugün içi boş bırakılmış değerlere bir dokunuş gibi diyebilirim.
Çalışmaların dört yıllık bir üretim sürecinin sonucu olarak karşımıza çıkıyor. Neler oldu bu dört yılda, eserler nasıl evrildi?
Her şey renklerin gücüyle tanışmamla başladı. Asyatik inançlarda bedenimizde taşıdığımız enerji noktaların renklerle tasvir edildiğini biliyordum ancak bu renklerin sıralanışları ve bilimsel olarak ölçüldüklerinde gerçekten aynı sıralama ile titreşimlerinin güçlüden zayıfa ayrıldıklarını öğrenmek beni bütün medeniyetlerin renk ritüellerini araştırmaya itti.
Bugün hepimiz aynı renk evlere, aynı renk kıyafetlere, aynı yaşam tarzlarına sıkıştırılmış gibi yaşıyoruz. Oysa ki bu renklerin doğru zamanlarda kullanıldıkları vakit insanların başarılarını, duygu durumlarını ve birebir fiziksel sağlıklarını etkilediğini kanıtlayan birçok bilimsel çalışma da mevcut.
“Dünyevi varlığımızla kafayı bozduğumuz bugünlerde ruhani bilincimizi nasıl uyandırırım?” sorusu için bulduğum en ortak cevap mağara alegorisi idi. Tarih boyunca mağara tarafından korunan, mağarada inzivaya çekilip farklı bir bilince yükselen vb birçok dini, mitolojik ve tarihi olay biliyoruz. O zaman neden bugün bir sergi bu alegoriyi ziyaretçinin dünyasına taşımasın diye düşündüm. Aldığım üniversite eğitimlerinin mekân tasarlama ve ışığı kullanmada bana eşsiz birer destek olduğunu söylemeye gerek yok sanırım.
İlk günden beri hem kamusal olan olacak, insanların herhangi ticari bir kaygı hissetmeden gezeceği hem de bir kurum baskısıyla herhangi bir kesintiye uğramayacak bir mekânı nerede nasıl yaratırım diye düşünmeye başladım. Eserler zaten o anlarda kafamda doğmuştu birer birer kendilerini bir bebek gibi kucağa alıp kurumaları, olgunlaşmaları ve hazır olmaları için beklemeye başladım.
Sonra hipnagogik rüyaları araştırdım ve rüyalarla birlikte şekillenen bugün değersizleştirilen unutulmuş demode görülen kadın-erkek arasında yaşanan bir aşk hikayesini kurgulamak istedim. Kimi gerçek kimi rüya olaylardan yola çıkarak tasarladığım son mağara da karanlıktan aydınlığa devam eden yolculuğun son durağı oldu.
Nelerden ilham alıyor, besleniyorsun?
Hayal dünyam sonsuz bir kütüphane gibidir. Çok küçük yaşlarda başlayan okuma sevgim, tarih, inanç, sanat ve mitoloji ekseninden ayrılmayan ve sürekli öğrenci kalarak terbiye ettiğim egom, iki kökümün bağlı olduğu topraklar Kafkasya ve Anadolu, en çok doğadaki her şey benim ilham kaynağım. Bitki ve hayvan krallıkları, bütün medeniyetlerin yaradılış mitleri benim gibi hayal dünyası hep aktif insanlar için sonsuz bir kaynak gibi. Animizm, Şamanizm, Shintoizm ne derseniz doğanın döngüsüne bağlı olarak şekillenen inanç sistemleri ve onlar sayesinde ortaya çıkmış hikâyecilik olmasa hayat çok sıkıcı olurdu diye düşünüyorum.
Serginin arkasına çok ciddi bir de araştırma sürecin var, burada sana hangi kaynaklar, deneyimler yardımcı oldu?
Araştırma süreci on yıldan fazladır diyebilirim. Zaten zihnimiz bir nehir ve edindiğimiz her bilgi de o nehrin yatağında birikmiş alüvyonlardır diye düşünürüm her zaman. Benim de çocukluktan itibaren ilgili olduğum dinler tarihi ve sonrasında gelen sanat tarihi okumalarım bu nehrin yatağının en önemli şekillendiricileridir. Antik Mısır, Antik Yunan, Antik Çin ve Hint medeniyetlerinin tedavi ritüellerini araştırma süreci de oldukça uzun sürdü. Bir taraftan da bugün yaşayan ve dünyanın farklı kıtalarında var olmuş kadim medeniyetlerin yaşam tarzlarını benimsemiş şifacılık ritüellerini bugüne adapte ederek tatbik eden birçok eğitmenden de eğitimler aldığımı söylemem gerekir. Sadece kitapta yazılanlar değil insanların o ritüeller esnasında neler hissettikleri, imgeleri olayları nasıl algıladıklarını görmek anlamak ve içselleştirmek de bilimsel araştırma yapmak kadar kıymetli bir süreçti. Zaten kanımca Anadolu, Batı ile Doğu’nun anahtarıdır. Burada hem bilimsel hem düşünsel hem de ruhani bakış açılarını dengede tutabilirsek anahtarı gerçek anlamda aktive edebiliriz.
Okumalar yıllar aldı. Tek bir isimden yola çıkıp belki aynı kitabı her yıl tekrar tekrar okuyarak bambaşka farkındalıklar edindim. Eliade’nin inançlar ve düşünceler tarihi, Jung’un Kırmızı Kitabı, Kramer ve Çığ’ın Sümerliler ile ilgili metinleri, İbn Arabi, Yunus Emre, Ömer Hayyam, bildiğimiz tüm kadim medeniyetlerin mitolojileri, Prehistorik sanatların doğuşu ile ilgili çalışmalar, sayısız akademik makale, Semavi dinlerin kitapları, Mezopotamya inanç sistemleri…
Yine de Anadolu mitolojisi, Ana Tanrıça kültü, gerek doğurgan bereket sembolü Neolitik Çağ Anadolu tanrıçaları, gerek Friglerin korucusu dağlarda yaşayan Ana Tanrıça Kibele, gerekse bugün taş tepelerde erkekliğin öne çıkarıldığı ama aslında Kutsal Evlilik / Hieros Gamos kavramının anlatıları her şeyin çıkış noktası diyebilirim.
Rüya, mağara ve renk metaforları serginin temel yapıtaşları. Biraz bu metaforlar ve birbiriyle ilişkilerinden bahsedebilir misin?
Renklerle rüyaların ilişkisi benim için hayat boyu bir taraftan ötekine geçebileceğim vazgeçilmez bir köprü oldu. Bilimsel çalışmalar uzun zamandır, multidisipliner bir yaklaşımla, uyanıklık ve uyku arasındaki durumu araştırıyor. “Hipnagoji” onu Yunanca – hypnos (uyku) ve agogeus’tan (rehber) türeten Alfred Maury isimli bir psikolog tarafından bulunmuş bir terim. Konu ile ilgili birçok çalışma rüyaları hayaller, meditasyon ve yaratıcılığın yanı sıra psişik sezgiler ve telepati gibi mistik ve paranormal deneyimlerle ilişkilendirmiş.
Tarih boyunca hipnagojiyi yeni fikirleri, içgörüleri ve hatta icatları tetiklemenin bir yolu olarak kullanan birçok yazar, sanatçı ve filozof olmuştur. Sanatçı Salvador Dali, yazar Mary Shelley ve mucit Thomas Edison, yeni fikirleri teşvik etmek için hipnagojiyi kullanan en dikkate değer tarihsel figürlerden bazılarıdır. Örneğin, hem Dali hem de Edison, ellerinde nesneler (Dali için bir anahtar ve Edison için pirinç toplar) ile oturmak ve nesne düşüp yere çarptığında uyanmak için çok benzer teknikler kullanmışlar. Bu ani uyanış, hipnagojik uykularından hızla sıyrılmalarına ve zihinlerinde dans eden düşünceleri ve görüntüleri yazmalarına olanak sağlamıştır.
Jung’un bir şamanik bir rüya yolculuğu olarak anlattığı Kırmızı Kitap adlı eserindeki rüyaya hazırlık, rüya içindeki duygular ve dönüşte bu rüyaların hayata etkileri benim yolculuğumun bir kardeşi gibi.
Renkler ise aslında çalışmanın en basit kısmıydı. Renk terapisi diğer ismiyle Chromotherapy İbn Sina’nın sıklıkla başvurduğu tedavi yöntemlerinden biri imiş. Hint inancında çakralar ismiyle popülerleşen bedendeki enerji sarmallarının her birini temsil eden bir renk var. Ben basitçe bu sergi için ruhani dünyamızı temsil eden ve dengelendiklerinde zihnimizle ruhumuzun iletişimi tekrar kurmamıza destek olan renkleri kullandım. Bu şekilde çok basitçe İfade mağarasında “mavi”, Sevgi mağarasında “yeşil” ve teslimiyet mağarasında “mor” renkler var. Mor mesela hertz olarak en yüksek titreşime sahip renk zaten tarih boyunca çok nadir üretilebildiği için hep kraliyetin sembolü olarak kullanılmış Kleopatra’nın gemisinin yelkenleri mor imiş mesela. Büyük bir gücü temsil ediyor ve Hint inancında tepemizdeki enerji sarmalının rengi mor, bizi bizden büyük bir güce bağlayan dünyanın yaratıcı enerjisine bağlayan enerji rengini mor olarak tasvir etmişler. Bunlar on binlerce yıllık inançların ve ritüellerin öğretileri bence ticari yeni spiritüalizm dalgasında çiğnenmeyecek kadar da değerli bilgiler. Ancak modern toplum her şey gibi bu bilgileri de ticari birer metaya çevirmiş durumda anlamlarını değersizleştiriyor.
Sergiden bültende şu şekilde bahsediliyor: “rüya ile gerçek arasındaki çizgiyi zaman zaman silmek istediği bir çalışma” bunu biraz açabilir misin?
Bu ifade benim kişisel tecrübelerimin birer yansıması gibi çünkü uzun yıllardır rüyalar ve gerçekler arasında çok yakın ilişkiler olduğunu bizzat yaşayarak anlıyorum. Ve bugün önerildiği gibi gördüğümüz her rüyanın sadece bizimle olduğuna inanmıyorum. Rüya çok katmanlı bir kütüphane gibi bir imgede birçok anlam ve kehanet içerebiliyor. Biraz onlara odaklanmak, üstüne düşünmek ve anlamlarını belirli çerçeveler içine sıkıştırmamak gerekiyor.
Benim unutmadığım bir yorum vardır. Bundan sergiyi gezen karşılaştığım her kişiye bahsedeceğim mutlaka. Lisede sanırım 1995 ya da 96 yılında felsefe öğretmenim Sabino Lafasciano’nun bir sözü hep aklımdadır. Kendisini geçtiğimiz yıl kaybettik bu vesile ile de sevgiyle anmak isterim. Bize şöyle demişti: “İtalyanlar “Ho fatto un sogno” der. Bu bir rüya yaptım anlamına gelir. İngilizce de ise “I had a dream” denir bu da bir rüyam oldu anlamına gelir. Yalnızca siz Türkler “bir rüya gördüm” diyorsunuz. Bu bir vizyon, size gösterilmiş bir mesaj, öteki aleme bir köprü gibi anlaşılır ve rüyalar sizin toplumunuzda bambaşka bir değere sahiptir.”
Bu mükemmel tespit tekrar öneminin altını çizmek istediğim Anadolu bilgeliğinin bir tasviri gibiydi. Bu yüzden zaman zaman rüyalarımı gerçek hayatta birebir yaşadığım için sanatsal anlatımda da gerçek hayattaki gibi aralarındaki çizgiyi ara sıra yok etmek iyi bir fikir gibi geldi.
O yüzden 30 resmin hangisi rüya hangisi gerçek seyirci anlayamayacak. Hepsi bir boyutta bir şekilde yaşanmış ve anda gerçekleşmesi mümkün bir hikâyenin parçaları aslında.
Kendini bulma, öze dönüş yolculuğuna bizi de davet ediyor ve hepimizi bir nevi kendimizle yüzleştiriyorsun. Sence bu yolculukta izleyiciyi neler bekliyor?
Eğer seyirci, zamanı durdurup, acele etmeden, ellerindeki telefonları çantalarına koyup onlara sunulmuş bu yolculuğa düşünceleri kenara itip duygularıyla girebilirse çıkışta duygusal olarak oldukça aktif olacaklarını düşünüyorum. Sesler, kokular, görüntüler, sırlar, duygular ile sarmalanmış bir sergi yarattık. Amaç zaten karanlıkta başlayan hikâyeyi yaşayıp yolun sonundaki kendine bakabilmekten geçiyor.
Ben birkaç kez baştan sona gelmek isteyeceklerini düşünüyorum. Küratörüm Denizhan Özer ile her sefer benzer bir tecrübe yaşıyoruz. Çok eril zihinler için sindirmek daha zor oluyor ama sonunda hepimiz aynı duyguyla birbirimize sarılıyoruz. Bu duygu bir farkına varma, bir sevilme duygusu gibi. Bazen ilk saniyede bazen dakikalar sonra gözleri dolduran bir sarmalanma hali.
Alışılmış dışında bir üretim pratiğin ve tekniğin var bundan da biraz bahsedebilir misin?
Öncelikle hiçbir şeyin sabit olmadığına inanıyorum. Teknik, medyum, anlatım dili, pentür sürekli olarak değişebiliyor. Bu ani dalgalanmalarda bazen karşımdakiler iki işi karşılaştırdığında bambaşka iki insanın elinden çıktığını düşündüklerini söylüyorlar. Çünkü nehir aynı akmıyor, Herakleitos’un dediğinden yola çıkarsak ne yatağı tutan ben aynı nehir değilim, ne su aynı su değil, ne de yıkanan aynı kişi değil artık. Bu yüzden tutunduğum duygu beni hangi pratiğe taşırsa oradan ilerliyorum. Aslında hepsinin dokunduğu yer insanın ruhu ama yordamı farklılaşıyor.
Mağaralarda ana malzeme yağlı boya. Çoğunlukla üç boyuta geçiş mağara hissi, asla sistematik olmayan bir tekrar etme dürtüsü ancak hiçbiri birbirinin aynı olmayan bir mekânsal his yaratmak istedim. Çoğu izleyici dokunmak istiyor, işin bir parçası olmak istiyor, zaten sabır kelimesini bana öğreten de bu çalışmalarım oldu. Bir yıldan uzun bir süre asla dokunulmadan kurumaları gerekiyor. O da bir sindirme, yerini bulma süreci gibi hissediyorum.
Bu mağara hissi ile tablolarımın hem dokuyla hem renklerle hem ışıkla insanları içine çeksin istiyorum. Bir tabloya bakarken gözlerinizle nefes almak diye bir eylem var mıdır bilmiyorum ama benim bu sergide ziyaretçilerden istediğim tam da böyle bir şey. Galiba gerek pratiğim gerek anlatım dilim için ortak olarak söylemem gereken tek kelime özgünlüktür.
Eserler Tokatlıyan Han ile nasıl bir diyalog kuracaklar?
Tokatlıyan Han bir cevher gibi çıktı karşıma. Küratörüm Denizhan Özer ile çok uzun süredir doğru mekân ve doğru kurum arayışındaydık. Bu sergi özelinde ideolojik duruşum sebebiyle ticari herhangi bir alanda bu sergiyi yapmak istemedim. Çünkü bu sergiyi insanların özgürce, bedelsizce, sosyoekonomik veya sosyokültürel bir kaygı olmadan gezmelerini istiyorum. Kurum arayışımızda çok seçenek zaten yoktu, böylesine ruhani bir derinliği algılayabilen bir kurumsal bakış açısı da Türkiye’de yoktu. O yüzden iki yıl sonunda kurumsuz olarak ilerlemeye karar verdik. Mekansal olarak tam aradığımız gibi bir yer Tokatlıyan Han. Hem tarihi geçmişi, şaşaalı zamanlardan sonra yaşadığı haksızlıklar, şimdi yeniden uyanış sürecinde sanatçıların bir kolektif çalışma sistemi oluşturdukları harika bir bina. Bir taraftan da geçmişinde çok büyük bir Çerkes derneğinin merkezi olduğunu öğrendim. Biliyorum bu sergi hem bana, hem ziyaretçilere, hem Han’ın ruhuna hem de ikimizin de atalarına iyi gelecek.
Gelecek projelerin arasında neler yer alıyor?
“Rüya Mağaraları” yurtdışında İspanya ve İngiltere’de yer bulacak. Bu sergiyi Türkiye’de yapmayı o kadar çok istedim ki yurtdışı seçeneklerini hep askıya almıştık ancak önümüzdeki yıl bir şekilde belki çok daha küçük bir versiyonu ile bu iki ülkeye gideceğimizi düşünüyoruz. Şubat ayında ise Saraybosna’da gerçekleşecek uluslararası bir kültür sanat organizasyonuna katılacağım. Filistin için bir enstalasyon hazırlıyorum. Bu soykırıma sanat diliyle dokunmak, üstelik bunu benzer acıları çok yakın geçmişte yaşamış Bosna’da yapmak benim için çok anlamlı olacak. Dileğim yaşanılan acılara daha fazlası eklenmez de eserlerde politik tokatlar atmak yerine yaralı ve yalnız ruhlarımızı iyileştirmeye daha fazla odaklanabilirim. Şu zamanlarda ikisi de gerekiyor.
Kapak Fotoğrafı Kaynağı: Serina Haratoka
İlginizi çekebilir: Burcu Dimili’den Berka Beste Kopuz Röportajı
İlk yorumu siz yazın!