Başkasının sesi olmak, başkasının hikayesini anlatmak sizi hikayenin sahibi yapar mı? Bu çarpıcı soru, uzun süredir yolumu düşürmek istediğim DOTkanyonda’nın Sesin Resmi oyununu seyrettiğimden beri zihnimde. Gelin size biraz Dot Tiyatro’dan ve oyundan bahsedeyim, belki cevabı birlikte buluruz…

 Sesin Resmi
Sesin Resmi | Fotoğraf: @dottiyatro_dottheatre

Dot Tiyatro

Murat Daltaban, Özlem Daltaban ve Süha Bilal tarafından kurulan Dot Tiyatro’nun ana mekanı, 2005 yılında, İstiklal Caddesi Mısır Apartmanı’nda açılıyor. Yıllar içinde Maçka’dan Sarıyer’e çeşitli mekanlar arasında hareket eden tiyatronun şimdiki ana mekanı ise, 2015’ten bu yana Kanyon’da yer alıyor. Çağdaş tiyatronun seçkin oyunlarını biz tiyatroseverlerle buluşturan Dot Tiyatro, seyircinin güncel ve toplumsal konular üzerinde sorgulama yetisini canlı kılmayı hedefliyor. Bu doğrultuda; şehirli insanın hikayesini anlatmaya yönelerek kendi sahnelediği oyunları, kendi yönettiği sahnelerde seyirci ile buluşturuyor.

Sesin Resmi

İskoçyalı yazar Kieran Hurley’in Edinburgh Fringe Festivali’nde sahnelenen oyunu Sesin Resmi, orijinal adıyla Mouthpiece, Mert Öner’in yönetmenliği ve Mehmetcan Mincinozlu’nun başarılı çevirisi ile İstanbul’da yerini alıyor. Oyun boyunca mekan isimlerinden mesajlaşmalara, pek çok farklı amaç için kullanılan dijital ekran anlatıya katkı sağlarken; bu ekranda izlediklerimizin yaratıcısı Barış Alp ve çizdiği illüstrasyonlar ile oyuna renk katan Haluk Tuncay büyük bir alkışı hak ediyor. Sahnede ilk kez izlediğim Esra Bezen Bilgin ve Yağız Can Konyalı’nın oyunculuk performansları ise tek kelimeyle olağanüstü.

Biri yazmaya olan inancını kaybetmiş, 46 yaşında oyun yazarı Saye ve diğeri, 18 yaşında, günlerini benim yerim ifadesiyle adlanırdığı bir tepede resim çizerek geçiren Arat olmak üzere, aynı şehirde yaşayan ve birbirlerine tamamen yabancı iki insanın hikayesine tanık oluyoruz.

Arat’ın zor bir yaşamı olduğunu oyunun daha ilk birkaç dakikasından itibaren anlıyoruz. Üvey babasının baş belası olarak seslendiği, hayattaki tek umudu kız kardeşi Ecrin olan Arat, ilk bakışta hayata karşı öfkeli, hırçın, kaba saba bir genç gibi görünüyor. Saye ise, kariyeri ile ilgili verdiği uzun demeç vesilesiyle bizlere içinde bulunduğu bunalımlı ruh halini ve motivasyon eksikliğini yansıtıyor. Oyunun ilk anı da bunun üzerine kurulu; şehrin tepesine çıkıp kendisini aşağı atmaya niyetlenmiş olan Saye, Arat’ın onu alıkoymasıyla yeniden hayata dönüyor ve hikaye başlıyor.

Başta birbirlerinden çok farklı gibi görünüyorlar; sanki çok ayrı geçmiş yaşantılara, kültürel ve sınıfsal farklılıklara sahipler gibi. Arat sanki duygusal ve finansal yoksunluğun temsili gibi görünürken, Saye’nin olağan bir yazar bunalımı yaşadığı izlenimine kapılıyoruz. Yaşları deseniz, zaten aralarında epeyce yaş farkı bulunuyor. Fikrimce, bizim tam da böyle düşündüğümüz anlar, Saye ve Arat’ın aslında en eşit olduğu anlar… Aralarında bir şey oluyor ve onları yakınlaştırıyor; kimi arkadaşlık, kimi aşk, kimi sanat diyecektir. Ben yaratıcılık diyorum. ‘Görünürdeki’ tüm dış koşullara rağmen, onları benim gözümde eşit kılan, her ikisinin de içindeki o yaratıcı güç. Biri kelimeleriyle, diğeri çizgileriyle yaratıyor bu gücü. Bu da benim gözümde, onları tamamen eşit kılıyor.

Bu eşitlik, oyunun ilerleyen anlarında karşımıza çıkan bir gelişme ile bozuluyor. Saye’nin bir tiyatro oyunu yazmaya başladığını öğreniyoruz: oyun, Arat’ın hikayesini anlatıyor. İşte bu an, büyük bir kırılma anı. Zihinlerimizde, belki yıllardan beri tartışılan o soru beliriyor: Bir hikayeyi anlatmak, sizi onun sahibi yapar mı? Gerçekten, diye düşünüyoruz; sanatçı, anlattığı hikayelerin baş kahramanlarına karşı nasıl bir sorumluluğa sahip olmalı? Onların eylemlerine istediği gibi yön vermekte özgür müdür? Nerede durmalı, nerede devam etmelidir; yoksa, zaten en başından yanlış mıdır tüm bu süreç?

Burada seyirciler olarak ikiye ayrılıyoruz: ilk grup, Saye’nin bu hareketini Arat’ın hikayesini kendi malzemesi haline getirmek olarak görenlerden oluşuyor. Bu düşünceye göre, Saye böylece Arat’ı küçültmüş oluyor ve aralarındaki eşitlik bozuluyor. Saye’nin yazdığı oyunun ilk gösteriminde; Arat’ın adının bile geçmiyor oluşu, Saye’nin hikayeyi tüm yönleriyle sahiplendiğini gösteren tavırları ve dolayısıyla hikayenin ana karakterinin görünmezliği bu bakış açısını destekliyor. Sanki Saye, yazma motivasyonunu yeniden kazanmak ve kariyerindeki tıkanıklığı çözebilmek için Arat’ın sesinden yararlanıyor gibi. Bir sömürü, orta sınıfın alt sınıfa olan kolonyal yaklaşımı gibi.

Bir diğer olası bakış açısı ise, Saye’nin tam tersine, Arat’ı yükselttiği. Oyun boyunca Arat’ın çizdiği resimlere hayran olan ve bu hayranlığını her fırsatta dile getiren, Arat ile birlikte İstanbul Modern’i ziyaret eden Saye, Arat’ı oyununun merkezine yerleştirerek belki de ona ve yaşadığı zor hayata, sanat aracılığıyla bir çıkış yolu sunuyor.

Oyunun sahip olduğu açık uçlu sonu ise, biçimsel özelliklerine bağlıyorum. Sesin Resmi, oyun içinde bir oyun. Sahneler arasında Saye’nin direkt olarak bize seslenerek, bir oyun nasıl yazılır, daha doğrusu nasıl yazılmalıdır sorusunu adım adım cevaplandırdığını görüyoruz. Bunu; hikayeyi ana hatlarıyla kurduktan sonra, karakterinizin kendi dünyasını tamamen değiştirecek bir karar verdiği o an gelir, gibi cümleler aracılığıyla yapıyor. Son ana kadar tüm kurallar çok direkt ve çok net. Oysa hayat öyle mi? Oyun son dakikalarına doğru, tam da bunu sorgulatıyor bize.

Adeta soruyor izleyicilere: neyin ne zaman olacağını kestiremediğimiz, her şeyin geçici ve hiç beklenmedik olduğu, hatta her an değişebileceği bu hayatın içinde, oyun yazmanın sözde keskin kuralları ne denli gerçekçi olabilir?

Kalbime fazlasıyla dokunan bir fikre kulak verdim Sesin Resmi’nde: Tiyatrodayken hepimizin nabzı aynı anda yükselir ve alçalır. Duygulandığımızda, güldüğümüzde, ağladığımızda ya da içimizde daha ufak şeyler hissederken… ve bazen o tiyatroda hepimiz aynı odada olduğumuz için kalp atışlarımızın ritmi senkronize hale gelir. Bir tiyatro izlerken hissettiğim o eşi benzeri olmayan duyguyu, adını koyamadığım ve kelimelere dökemediğim duyguyu bir nebze de olsa açıklığa kavuşturdum bu cümleleri duyduktan sonra.

Yazımı, oyunun bizler ile başbaşa bıraktırdığı bu çarpıcı ifade ile sonlandırmak istiyorum: Sesini çıkaramayanların sesi olmaya çalışmakta sorun yok, ta ki ses çıkaramayanların da kendi sesleri olduğunu öğrenene kadar.

Oyunla ilgili detaylı bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.

Kapak fotoğrafı: @dottiyatro_dottheatre

İlginizi çekebilir: ArtsyMagger’dan Tiyatro Önerileri ve İstanbul’daki Tiyatro Sahneleri