Seyahatin İyileştirici Gücü: Aşk ve Yola Çıkmak Üzerine
Hayatta ne zaman kendimi çemberinde duran bir hamster gibi hissetsem, bayılana kadar koşsam da bir yere varamasam tek başıma seyahate çıkarım. Çünkü hayatta bana en özgür hissettiren şey bana tamamen yabancı bir şehre ilk adımımı atmak. Dilini bile bilmediğim bir ülkede, şehirdeki en güçlü insan benmişim gibi güvenirim ben bu yabancılığa. Tek başıma gezmek beni daha az yalnız bir insan yaptı; insan deneyiminin ne kadar özel ama bir o kadar da herkes için biraz benzer olduğunu gösterdi. Benim kendi çemberimdeki problemlerin benden bambaşka bir kültürden birinin de problemi olabildiğini görmek o problemi un ufak etti. O probleme onların nasıl baktığını görmek de var olduğunu bile bilmediğim çözüm yolları gösterdi bana.
Beni bu çıkışsız döngüye sokan, yapayalnız hissettiğim bir ilişkiyi bitirmiş gecenin soğuğunu içimdeki öfkeden hissetmeden saatlerce yürüyorum Kadiköy’de bir gece. Bu kapana kısılmışlık hissine daha fazla tahammül edemeyeceğim diyorum ve gözyaşlarımı silip Montenegro Tivat’a bir uçak bileti alıyorum. Ben küçük bir ülkede bir sırt çantasıyla oradan oraya dolanırken aklımda dolanıp duran aşkı da karşıma çıkan yol arkadaşlarına döküyorum onlar da bana harika sohbetler hediye ediyorlar, bazılarını hiç unutmamayı diliyor ve sizinle paylaşıyorum. Yazı boyunca dinlemeniz için: Milla’s Dream
Montegro’da ilk sabahı burası da küçücükmüş nasıl geçecek zaman diye düşünürken birkaç saat sonra kendimi kaldığım hostelde tanıştığım bir Sırp ve bir Alman kızla Porto Montenegro’nun müthiş manzarasına karşı kahve içerken ve erkekler özellikle ilişkilerde açık iletişim kurmakta zorlanıyorlar çünkü büyütülürken duygularını göstermelerine pek izin verilmiyor diye gibi konulara dalmış buluyorum.
Sara, Sırbistan’dan Tivat’ta yaşayan erkek arkadaşını görmek için geliyormuş, bu manzarayı onunla paylaşmak yolculuğa değer diyor. Birkaç yıl sonra bir erkeğin peşinde gidecek, onun için hata yapacak özgürlüğüm olmayacak belki diyor. Hata yapabilme riskini almak aşkın en büyük özgürlüğü diye gülümsüyorum. Jamie de Berlin’de erkek arkadaşıyla yaşıyormuş, biraz cesur bir şeyler yapabilmek için tek başına kısa bir Avrupa turuna çıkmış. Biriyle ne kadar zaman geçirdiğin onu tanımak için önemli bir etken değil, bu zamanda yan yana ne kadar kendin olabildiğin o bağı kurman için önemli diyor. Sevgilisiyle yaşamaya başladıktan sonra adeta yeniden tanıştık diyor. Birbirimizi bu kadar iyi anlayabilmemize gülüyoruz. Akşam aramıza elinde bir sürü içkiyle Brezilyalı Guilherme de katılıyor, Brezilya’da biz tutku ve dansla yaşarız bildiğim tek aşk bu diye boş sokaklarda bizi topluca dansa kaldırıyor. Yabancılarla sarhoş olmak ve yeni içkiler denemek çok keyifli!
İkinci durağım Budva’nın en güzel günlerinden birini bana yol sorması ile tanıştığımız Casey ile yürüyüş yapıp şarap içerek geçiriyorum. Casey de Güney Amerika’daki işini ve beş yıldır birlikte olduğunu nişanlısını terk ederek Avrupa’ya gelmiş. Nişanlısının artık evlenmek ve çocuk sahibi olmak istediğini; ancak kendisinin başından beri hiç çocuk istemediğini ve bu konuda da hep dürüst olduğunu anlatıyor. ”Bu kimse için alamayacağım kadar büyük bir sorumluluk. Çocuk istemediğimi biliyordu ancak sanırım içten içe hep fikrimin değişeceğini umdu. Eğer onunla kalırsam ya birimiz hep pişmanlık ya da doyurulamayan heveslerle yaşlanacaktık. Onu, ona bunu yapamayacak kadar seviyorum ve kendime de daha bağımsız olduğum bir hayat borçluyum.” Bir kez daha romantik ilişki dinamiklerinin tüm dünyada bu kadar benzer oluşuna şaşırıyorum ve ”sen on yıl sonraki bensin!” diye karşılık veriyorum. Aşkı terk edip özgür tek başına gezen kadınlara kadeh kaldırıyoruz. Not: Makarnası çok lezzetli ama ayrılıktan bile acıydı Piano Nobile’ in, kendi yapımları olan şarapları da yaz flörtleri gibi tatlı. Kesin gidin 🙂
Budva’dan ayrılmadan meşhur dans eden kız heykeline çeviriyorum rotamı; ama maalesef yılın o dönemi heykele çıkan yol kapalıymış. Aşkta kapılar kapalıysa geri dönmek en akıllıca şey ama gezginlik için aynısını söyleyemem. Çitleri tırmanıp ayakkabılarımı da çıkarıp uzun uzun yürüyorum. Tek başıma hava kararana kadar taşlarda oturup gece çökünce de gökyüzündeki yıldızları izliyorum. Büyük şehirde yaşamanın beni en üzen yanı gece yıldızları görememek. Boş bir göğün altında kendimi kapağı kapatılmış bir fanusta gibi hissediyorum. Bana keşfetmeye insan ömrünün yetmeyeceği o uzakları hatırlatan yıldızları izleyebileceğim bir yere düştü yolum diye şükrediyorum. Milyonlarca insanla dolu bu dünyada her şeyden çok yalnızım o gece, benim kim olduğumun; onun kim olduğunu etkileyeceği, ruhumdan bağlı bir eşim yok. Biraz buruk bu özgürlüğü soğuk bir nefes gibi içime çekiyorum.
Budva’dan sonraki durağımsa Kotor. Hırvat asıllı Avusturalyalı oda arkadaşım Steph’le Kotor’a giden otobüste karşılaşıyoruz ve orada da birlikte kalıyoruz. Sidney’de bir non-binary performans sanatçısı ve yazar olan Steph, ülkesini cinsiyet rollerinden tamamen sıyrılıp köklerini bulmak için terk etmiş. Kotor’a varınca şehri tepeden izlemek için meşhur manzara izleme noktasına çıkıyoruz ve nefes kesici manzarayı izlerken ona ”Yaratıcılık ve aşk arasında bir bağ var mı sence?’‘ diye soruyorum. Ancak yaratıcı insanlar gerçekten aşık olabilir diyor bana. Bense o ara güçsüz, sıradan ve basit hissetmenin yüküyle haklı olduğunu düşünüyorum. Ona uzun zamandır yazamadığımdan, istediklerimi elde etmek için geç kalmış hissettiğimden, her günümün bir tekrara döndüğünden bahsediyorum. “Aşk biraz renklendirir her şeyi düşündüm; ama aksine daha da soldurdu.” diyorum ama Steph üzülmeme izin vermiyor. ”Bizim en büyük sanat eserimiz cümlelerimiz, onları nerede nasıl kullanmayı seçtiğimiz” diyor. Bir düşün masa kadar basit, net karşılığı olan bir kelime dahi hepimizin zihninde farklı imgelere dönüşüyor. Zihnindeki sonsuz imgeler başkasının zihninde bir bütüne dönüşsün diye seçtiğin kelimeler ve o kelimelerle ördüğün bir hayat. “Kelimeler üzerine düşünmek seni sanatla doldurmuş, hepimiz kendi hayatımızın yaratıcısıyız” diyor. Ayrıca aşkı isteyip de elde edemediğim diğer şeylerin bir telafisi gibi gördüğümü de kendime itiraf etmiş oluyorum böylece. Artık kendi kendime dans edecek keyfi bulamadığım için biri gelsin müziği açsın, bana elini uzatsın diye beklemiştim ben. Aşka böyle ihtiyaç duymamızın sebebi de bu sanırım, yüzleşmek istemediğin şeylerden gözünü kaçıracak renkli şeyler koyması önüne. Ama birini gerçekten görebilmek için önce kendimize bakmayı öğrenmemiz gerek. Aşk, ihtiyaç olunca sadece bir fanteziye tutanabiliyorsun.
Kotor’da daha sonra otelde benim gibi İstanbul’da yaşayan Eren ile tanışıyorum. Sakin bir yürüyüş yapıp erken uyumayı planlarken Eren ile lokal küçücük bir barda dans etmeye gidip güneşi kahkalarla sokakta doğuruyorum. Neşemizi gören herkesin bize şişelerce içki ısmarladığı, mekan sahibinin gelip bizimle tanıştığı tüm playlist’i bize seçtirdiği o akşam aşkın bahsi hiç geçmiyor. Sabaha kadar ayaklarımız acıyana kadar dans ederek dört kadın olabildiğine eğleniyoruz. O akşam herhangi bir partnerliğin kız kıza zaman geçirmenin yerini asla tutmayacağını hatırlıyorum. Bundan sonra hiçbir ilişkimde kız arkadaşlarımı ihmal etmeyeceğime kendime söz veriyorum. Her ilişki onlarla analizi yapılıp hesabi görülen bir hikayeye dönüştüğünde kıymetli.
Başarısız bir aşkın hayal kırıklığıyla gittiğim Montengro’dan onlarca arkadaş, onların sarhoş anlattıkları aşk hikayeleri ve gülümsemeleri ile dönüyorum. Yetişkinliğim boyunca bir erkeğe ihtiyacı olmayan, bağımsız ve güçlü bir kadın olduğuma inandım. Öyle inandım ki içimdeki boşlukla yüzleşemeden beni asla mutlu edemeyecek şeylere tutunduğum bile fark edemedim. Evet, bağımsız ve güçlü kadınım ama ben de bir aidiyet hissine ihtiyaç duyuyorum. Benim ait olduğum aşksa bu satırları yazdığım her tarafı tıka basa kitapla ve farklı ülkelerden alınmış kartpostallarla dolu odada. Ve yollarda… Yollardan topladığım hikayelerde. Benim içimdeki boşluk bir erkeğin aşkıyla değil yaşamın kendisiyle dolacak. Bir gün aşkı bulacaksam da o hikayelerimin başkahramanı değil, bazen eşlikçisi bazen en iyi dinleyicisi olacak.
Beni bu yolculuğa çıkaran o aşkta yalnızca kısa bir an için, hayvanlara, ağaçlara, çiçeklere, arkadaşlara, tamamen yabancılara, yeni yerlere, iyi kitaplara, mutlu şarkılara… duyduğum tüm sevgiyi sadece bir kişinin gülümsemesine verebileceğimi hissettim. Kısa bir an için o küçük anları toplayıp aramıza dökebileceğime inanmak istedim, böylece onları birlikte zenginleştirebilelim diye. Ama anladım ki her şeyin çoğalabilmesi, değerli olabilmesi için paylaşılmaya ihtiyacı yoktur. Ben kendi kaderimin bilinmezliğinde merakla yürümeye, yollarda beni bekleyen insanların hikayelerine ortak olmaya devam edeceğim. Sabırla büyüteceğim aşk zaten hep benimle, kendime.
Kapak Fotoğrafı: unsplash.com/@rparmly
İlginizi çekebilir: Gizem Kalaç’tan Pandemi ve Yalnızlık
Seyahat etmek.. bir tarif olsa şehirlerin ruha işleyişi veya ruhunsa ülkelerde,şehirlerde umulan düzeye gelmesi diye tanımlanabilir..hikayelerin yansıması eşsiz olan bu ufacık seyahatler, yenilenen ve kendini bulma yolunda iyi geliyor insana.Kendini keşfetmenin yanı sıra benliğini tanımanında yolunu açıyor. Anlatılan belki aşkın tarifi değil, fakat özgürlüğün habercisi.. Bazen fotoğraf çekinmek isterken birinden rica edilirken hissedilir yalnızlık, bazense yanında yürüyen kişiden bağımsız hissedilir yalnızlık.. duygulu yazı için teşekkür ederim. Ellerinize sağlık..Yola çık yola çık..