Bir Şimdiki Zaman Olarak: Distopya
Dünyada artık bir cehennemi yaşıyoruz… An, şimdiki zaman bir distopya. Aslında dünyanın önemli bir bölümü bu distopyayı yıllardır yaşıyordu: Afrika 1980’lerden itibaren açlık, doğal felaketler, salgın hastalıklar, sefalet ve bitmez tükenmez iç savaşlarla kendisi gibi kara bir kadere mahkumdu. Irak, Suriye, Afganistan… İşgaller, iç savaşlar ile zaten Mad Max filmleri gibi bir coğrafyada medeniyetten uzak bir şiddetin pençesinde can çekişiyordu. Şimdi bu sahnelere başkaları ekleniyor: İnsan kendini yok ettiği gibi doğayı da yok ediyor ve doğa kendi düzeni içinde bu yok oluşa cevap veriyor. Doğa ile savaşını kazandığına inanmak insanlığı geçici bir zafer sarhoşluğuna itti. İnsanlık doğanın bir parçası olduğunu unutup onu kontrol edebileceğine inandı. Oysa doğanın insanlığı umursadığı yok; o kendi düzeninde devam ediyor ve her bir afette insanlığa bu mücadeleyi kazanamayacağını hatırlatıyor.
“Neye yarar bundan sonraki yaşamlarımız?” Bodrum Çökertme’de evini ve toprağını yangında kaybeden bir teyze böyle söylüyordu Deutsch Welle muhabirine.
Bir başka kadın, cesur bir kadın; yakın zamanda yaşamını kaybeden, hayatını yaşadığı bölgedeki kadınların haklarına adamış ve bu yüzden de tüm yaşamı baskılarla geçmiş Mısırlı feminist aktivist yazar Dr. Nawal El-Saadi ise şöyle diyordu: “Bana vahşi ve tehlikeli bir kadın olduğumu söylediler. Ben gerçekleri söylüyorum. Gerçekler de vahşi ve tehlikeli.”
Günümüzde evrenin ve insanlığın karşı karşıya kaldığı gerçekler Dr. El-Saadi’nin sözlerini haklı çıkarıyor ve Bodrumlu teyzenin sorununu sadece kendime değil tüm insanlığa soruyorum: “Neye yarar bundan sonraki yaşamlarımız?“
Bugün dünyanın geldiği noktada, daha doğrusu, dünyayı getirdiğimiz bu durumda neye yarayacak bundan sonraki yaşamlarımız? Dr. El-Saadi’nin sözleriyle vahşi ve tehlikeli bir dünyada yaşıyoruz. Medeniyet elimizden kayıyor ve şimdiki zaman, yaşadığımız an bir distopyaya dönüşüyor.
Munk Münazaraları’nın en popüler olanlarından birinde -ki sonrasında da Do Humankind’s Best Days Lie Ahead adıyla da kitaplaştırıldı- dünyanın en tanınmış kamu entelektüellerinden dördü, Steven Pinker, Matt Ridley, Alain de Botton ve Malcom Gladwell 6 Kasım 2016’daki Toronto’da organize edilen oturumda şu soruya kendi perspektiflerinden cevap vermeye çalışırlar: “Gelecek daha mı güzel günler getirecek?” Pinker ve Ridley bu soruya olumlu yaklaşırken Botton ve Gladwell olumsuz cevap verirler. Tartışmanın ve kitabın en akılda kalıcı alıntılarından birinde Gladwell şöyle der: “Geçmişte her şeyin daha iyi olduğu için gelecekte de böyle olmaya devam edeceği düşüncesi, düşük derece Wall Street çalışanları ile sınırlı bir yanılgıdır.”
Tüm teknolojik gelişmelere rağmen Bodrumlu teyzenin sorusu bu tartışmada bağlamında anlam kazanıyor: “Neye yarayacak bundan sonraki yaşamlarımız?” Güneş sistemini tamamen keşfedilsin, iletişim araçları ve olanakları daha da gelişsin, daha hızlı arabalar yapalım, hatta insan ölümsüzlüğe ulaşsın… Neye yarar bundan sonraki yaşamlarımız? Nefes almakta zorladığımız bir dünyada kullandığın arabanın hızı neye yarar? Uzun kuraklıkları afet düzeyinde yağmurların takip ettiği ekstrem doğa olaylarının sıradanlaştığı; doğa ile barış ve uyum içinde yaşama olanağını kaybettiğimiz bir dünyada doğayı tükettikten sonra sonsuza kadar yaşasak neye yarar? Beckett’in dediği gibi “dünyadasın… işte bunun tedavisi yok“. İstediğin hastalığa çare bulunsun, insan olmanın tedavisi var mı?
Modern şiirinin en büyük isimlerinden T. S. Eliot şöyle der: “Başlangıç ve son birbirine karışmışsa tarih bize hiçbir şey öğretmemiştir.” Evet, günümüzde başlangıç ve son birbirine karıştı: 400 yıl önce kadınları cadı diye yakıyorlardı şimdi de dinsel nedenlerden dolayı kırbaçlıyorlar, öldürüyorlar. 200 yıl önce insanları ve hatta çocukları karın tokluğuna çalıştırıp sömürüyorlardı şimdi de çocuk işçilik ve sömürü olanca ağırlığıyla insanlığın üzerinde. Eco’nun deyişiyle toplumsal ve politik olarak yeni bir Ortaçağ yaşıyoruz. Öte yandan politik ve toplumsal anlamda bir Ortaçağ içindeyken doğa ile ilişkimiz ise büyük ölçüde endüstri çağının ve vahşi kapitalizmin belirdiği bir mantık içinde devam ediyor. İnsanoğlunun doğrudan yarattığı politik, toplumsal ve ekonomik düzenin neden olduğu beşeri felaketler ile yine insanoğlunun neden olduğu doğal felaketler dünyayı yaşanmaz bir hale getiriyor.
Ben soyut bir düşünce, ütopik bir tahayyül, uhrevi ve dini bir eğilim olarak aşkın bir insanlık fikrine; insanlığın iyiliği ve esenliği için çalışmaya inanırım. Öte yandan pratikte, somut günlük yaşama veya tarihe baktığımda, tek tek olaylar ve insanlarla karşılaştığımda bu inancım kalkar ortadan. Soyut insanlık anlayışı bana Turgut Uyar’ın dediği gibi ağaçların büyüdüğünü, kısrakların yavruladığını ve havaların güneşli olduğunu düşündürtürken yaşayan varlık olarak insan/kişioğlu bana Edip Cansever’in Tragedyalar’daki gibi yüzyılların kirli olduğunu, binlerce kuşun çığlığının döküldüğünü ve yörüngenin bozulduğunu gösterir.
İnsanlığa inandığımdan daha da çok iflah olmaz bir karamsarım. Kendimi bildim bileli içimden hüzün, aklımdan sisli düşünceler gitmez. Bir süredir ise karamsar değilim öfkeliyim de aynı zamanda… Ruh halim başka bir boyuta evriliyor; uykularım kan uykuya dönüşüyor, her yediğim bir zıkkım adeta…
Çok değil 35-40 sene önce şehir merkezlerinde bile ağaçtan meyve koparıp yiyebiliyordum. Bugün 4 yaşındaki oğlum Kerem yakın gelecekte bir ağaçtan meyve koparabilecek mi? Tüm ilerlemeler bir yana, yaşamın özü budur: Bir ağaçtan meyve koparmak… Bu hiç de öyle ilkokul düzeyi kompozisyona, güzellik yarışması finalisti konuşmasına konu olacak ucuz bir romantizm değil; bilakis asıl gerçeklik; olması gereken gerçeklik. Asıl olan olgunlaşmış bir meyveyi düşmeden ağacından koparıp yemek. O meyveyi plastik bir ambalaja koyup bir tüketim mabedine dönüşen süpermarketlere koyduğumuz andan itibaren klişe bir tabirle insanlığın özünü de kaybetmeye başladık. O öz bir daha geri gelmeyecek ölçüde de yok oldu.
Dünyada artık bir cehennemi yaşıyoruz… An, şimdiki zaman bir distopya. Aslında dünyanın önemli bir bölümü bu distopyayı yıllardır yaşıyordu: Afrika 1980’lerden itibaren açlık, doğal felaketler, salgın hastalıklar, sefalet ve bitmez tükenmez iç savaşlarla kendisi gibi kara bir kadere mahkumdu. Irak, Suriye, Afganistan… İşgaller, iç savaşlar ile zaten Mad Max filmleri gibi bir coğrafyada medeniyetten uzak bir şiddetin pençesinde can çekişiyordu. Şimdi bu sahnelere başkaları ekleniyor: İnsan kendini yok ettiği gibi doğayı da yok ediyor ve doğa kendi düzeni içinde bu yok oluşa cevap veriyor. Doğa ile savaşını kazandığına inanmak insanlığı geçici bir zafer sarhoşluğuna itti. İnsanlık doğanın bir parçası olduğunu unutup onu kontrol edebileceğine inandı. Oysa doğanın insanlığı umursadığı yok; o kendi düzeninde devam ediyor ve her bir afette insanlığa bu mücadeleyi kazanamayacağını hatırlatıyor.
Son 10 yılda dünya tarihinin en sıcak 5 yılı gerçekleşmiş durumda. Haziran 2021’de yerkürede yer sıcaklığı, ölçülmeye başlandığı 1880’den bu yana tarihin en yüksek derecesine ulaşıyor; 20. Yüzyıl ortalamasının 0,88 derece üzerine çıkıyor. 20 Temmuz 2021’de Türkiye tarihinin en yüksek sıcaklık derecesi ölçüldü: Cizre’de hava sıcaklığı 49,1’ çıktı.
Tüm Dünya, 31 adet doğal afet içinde en tehlikesi olarak görülen büyük ve yaygın bir kuraklıktan mustarip. Meteorolojik kuraklık başka bir kuraklığı, tarımsal kuraklığı tetikliyor ve bu noktada kuraklık derin ekonomik, toplumsal ve politik sorunlara yok açıyor. Temmuz 2021 itibariyle Türkiye’nin yarısının aşırı kuraklık içinde olduğu gerçeği ile karşı karşıya kalıyoruz. Daha önceki 2007 ve 2014 kuraklıklarından daha ciddi olduğu söylenen bu kuraklık Türkiye’nin son 50 yılda yaşadığı en büyük kuraklık olarak niteleniyor. 41 ilde etkili olan kuraklığın özellikle Güneydoğu Anadolu bölgesinde mercimek, arpa ve buğday üretiminde %70-90 arasında bir zarara yok açması bekleniyor. Türkiye’nin 2021 tahıl üretimi büyük ihtimal %50 oranında düşecek.
Tüm bu kuraklık, seller niye oluyor? Aşırı yapılaşma ve şehirleşme, nüfus artışı, aşırı karbon salınımı, çok fazla su gerektiren tarım üretimi, hayvancılık… Kâr hırsı, gelecek kuşakları, yarınları umursamamak, bilimsel gerçeklere inanmamak veya bilerek isteyerek göz ardı etmek…
Öfkeliyim… İklim değişimi inkarcılarına, ormanda yaşayan hayvanları can saymayanlara, sadece ama sadece tüketenlere, hırs, güç ve kâr peşinde koşup başka bir şeyi umursamayanlara, reel politika diye uluslararası ilişkileri bir güç, kan ve gözyaşı oyununa çevirenlere… Bilim adamları, çevre ve barış örgütleri ve bu konuya duyarlı insanlar adeta çığlık ata ata bugünlerin geleceğinin uyarısını yaparken bunu kulak arkası edenlere, sağır ve dilsizi oynayanlara… Hepinize öfkeliyim ve sizlere Edip Cansever’in şu dizeleri ile haykırıyorum:
Durmadan Suçlusunuz
Durmadan Suçlusunuz
Durmadan Suçlusunuz ve artık kendinizi
Gücünüz yok ödemeye.
Kastamonu’daki selde ikiz çocuklarını kaybeden anne şöyle diyordu: “Bize arabalarınızı yol kenarından alın dediler. Çocuklarınızı, sevdiklerinizi kurtarın demediler…”
Tüm bu olanları, 5-6 yaşında olan ben babaannemin evinin bahçesindeki incir ağacından meyve toplarken görseydim büyümek, nasıl bir dünyada yaşayacağını kestiremediği bir çocuğu olsun ister miydim? İnsanlığa olan inancını ve güvenini yitirdiği bir dünyada yaşamak ister miydim?
Siz sevdiklerinizi kurtarın, onlara sarılın, doğayı, hayvanları sevin… İnsanlığın daha fazla mala mülke ve servete, materyal başarıya ihtiyacı yok… Daha fazla sevgiye, inanca ve şifaya ve gufrana ihtiyacı var. Keza şimdiki zamanlar kötü zamanlar, gelecek zamanlar daha da kötü olacak…
Not: Ben bu yazının son düzeltmelerini yaparken aşağıdaki olaylar meydana geldi: Lübnan’da yine büyük bir patlama meydana geldi. Bir yakıt tankerinin patlaması sonucu 28 kişi öldü.
Haiti’de 7,2 büyüklüğünde bir deprem meydana geldi. 2010’da meydana gelen ve yaklaşık 200 bin kişinin yaşamını yitirdiği depremin ardından bu depremde de şu ana kadar 1.400’den fazla kişinin yaşamını yitirdiği bildiriliyor. Deprem ile aynı anda ülkeyi vuran kasırga ve sel felaketlerinin de krizi ve ölü sayısını arttıracağını düşünülüyor.
Afganistan’da ABD askerlerinin çekilmesinin ardından Taliban’ın tüm ülke ve başkentinin yönetimini ele geçiriyor. Bu, ülkenin özellikle de kadınların yeniden en sert ve katı bir totaliter dini yönetim altında, her türlü hak ve özgürlükten mahrum yeni bir karanlık döneme girmesi demek.
Ve Türkiye’de, Cezayir’de, Yunanistan’da orman yangınları devam ediyordu. Tüm Akdeniz yangınlarla kavrulmaya devam ediyor. Leonard Cohen’ın The Future şarkısından dizeleri hatırlıyorum bu haberleri okurken:
I’ve seen the future, brother
It is murder
(Geleceği gördüm kardeşim / Cinayetti)
Kapak Fotoğrafı: El Greco (sanatinoykusu.com)
İlginizi çekebilir: Bülent Tunga Yılmaz’dan Gıda İsrafı, Açlık ve İyi Beslenme
teşekkür ederim..