

Sultan-ı Yegâh: Büyük Dahi Ergüder Yoldaş’tan Nevroz Çıktısı
Rollo May, Yaratma Cesareti’nde nevrozun, sanat ve yaratıcılık ile ilişkisine değiniyor. Diyor ki “Nevroz, bir dünyaya uyum sağlamanın yaratıcı bir yoludur.” Belki de bu kitap sonrası delilik addedilen, toplumdan aforoz edilen ya da bir şekilde kendi hayatlarını sabote eden sanatçıların sürekli zihnimi kurcalayan eser/yaratan ilişkisini bir zemine oturtabildim. Ve bu bağlamda Sultan-ı Yegah şarkısı başta olmak üzere, bu albümde yer alan tüm eserlere nevroz gözüyle bakmaya karar verince acayip bir hikâyeye denk geldim. Ergüder Yoldaş’ı bu yaşımda “tanımanın” verdiği hüzün ve o insani acıların her türlüsünü duyumsadığım besteleri ile yazmaya başlıyorum şimdi.

Bir ana sürüklenmek, zahmetsizce o anı yeniden yaşamak, içinde o halinizle var olmak, o duyguları saklandıkları yerden o tazelikte çıkarmak ve hissetmek, bir melodinin, bir mırıldanmanın gücünden gelebilirdi sadece. Zamanları tek tek atlamak, bütünlüğün içinde o parçayı ayırıp bir yere koymak, parçalanmış olanı toparlamaya çalışmadan elinizdekiyle idare etmek.
Takılı kaldığımız albümleri, bir kitabın sonuna gelmek için hiç bırakmadan heyecanla okumaya, ertesi gün buluşmak için can attığımız bir sevgiliye ya da havalar ısınır ısınmaz denizle buluşmaya benzetiyorum biraz. Daha çok dinlemek, dinlerken uyuyakalmak, ertesi gün rutine döndüğümüzde, hemen kulaklığı takıp o albümü açmak doyumsuz bir kendini bulma hali. Şanslı olanlar hikâyesiyle dinleniyor ya da size özel kendi yeni hikâyesini yazmak için tarifsiz bir alan yaratıyor. Bu vesile ile bir süredir takılı kaldığım, dinledikçe her şarkısında ayrı bir müzikal yolculuk yaşadığım, üzerine çok yazılıp çizilen ama kendi deneyimim, hissettiklerim ve edindiğim bilgiler ile güçlü bir ortaklığın eseri olan Sultan-ı Yegâh albümü için cümlelerimi hazırlıyorum. Yazıyı okuduktan sonra bir akşamüstü elinizde şarap kadehiniz ile göğe bakın; Nur Yoldaş’ın muhteşem sesiyle bezenmiş, “kendine has edebi kaleme sahip” şairlere ait sözlerin, “matematiği tüm bilim insanlarını kıskandıracak” besteler ile bir araya gelişinin harmonisini duyumsayın ve emeği geçen herkesin ruhuna birer saygı duruşu gerçekleştirin, dilerim.
Antakya sokaklarında, Eski Antakya’ya doğru yol aldığımız bir akşam… Yanımızdan bir araba geçiyor. Duymakla duymamak arası bir yerde bir melodi seçiyor kulağımız ve mırıldanmaya başlıyoruz, “Başlar ay doğarken saltanatı sultan-ı yegâhın, sultan-ı yegâââhın…” Sözlerin eşssizliğinden bahsediyoruz. “Gizemli kanatları ruhta ölüm karanlığının…” Bir şaire ait diyor yanımdaki ses: Attila İlhan. Mest oluyorum. Sanatın insan zihnini, ruhunu ve kalbini büyülediği o yerdeyim. Yıllardır mırıldandığım şarkının sözleri kime ait hiç bakmamışım, merak etmemişim, üzülüyorum. Öğrendiğim için ise içimde bir huzur, tarifsiz bir doyum. Mırıldanmaya devam ederken Eski Antakya’nın avlulu restoranlarından birine varıyoruz. Hayata dair derin bir sohbet, güzel mezeler ve anason kokusu… Taş duvarlar içinde bir Ekim akşamı. Şarkı değişiyor, bir melodi başlıyor, bir giriş ki yaylılar ile sakin ama derin, duygusal ve mistik. “Ne tesadüf, Sultan-ı Yegâh çalıyor” derken bambaşka bir şarkı olduğunu fark ediyoruz biraz sonra. Ama bu tınılar nasıl bu kadar benzer, aynı derinlik, aynı özel ruh, benzer bir dünyanın eş zamanlı hisleri. Küçük bir araştırma bizi Ergüder Yoldaş’ın diğer bestesine götürüyor, aynı albümdeki ikinci şarkı Mihrimah.
Peki nasıl oluyor da besteler tamamen farklı olsa da bir bestecinin iki farklı şarkısını aynı şarkı sanabiliyoruz, karıştırabiliyor ve zihinlerimizde yer eden o eş parçaları bütüne yayabiliyoruz? Bu zihnin bir oyunu mu yoksa üstün bir matematiksel zekânın çıktısı mı?
Ergüder Yoldaş, kendi müziğini “Türk klasik müziğinin olması gereken şekli” olarak tanımlayan bir dahi. Türk müziğini Batı ezgileriyle öyle ebedi bir matematikle birleştiriyor ki karşımıza eşsiz bir müzik kompozisyonu çıkıyor. Son röportajında bunu açıkça dile getiriyor: “Ben klasik müzik kompozitörüyüm, müziklerimi hazırlarken bilimsel metodlarla çalışırım.”
Bu kompozisyonlarda geleneksel Türk sanat müziği makamlarını kullanıyor fakat bu makamları modern armonilerle zenginleştirerek farklı bir tarz yaratıyor. Müzik eleştirmenlerine göre bestelerinde derin duygusal temaları ve insan yaşamına dair sorgulayıcı bir yaklaşımı işliyor. Buna şaşırmamak gerek, işte nevroz da bence tam olarak burada devreye giriyor; bence o May’e göre nevrozu sevenler grubuna giriyor. “İyi bela” ve “olumlu bir laneti” üzerine giyip notaların içinde şaha kalkan, uçsuz bucaksız alanları fetheden birine dönüşüyor.
Herhalde bilmeyen yoktur ama Sultan-ı Yegâh’a gelince adını taşıyan makam ile bestelenmiş, sözleri ise Attila İlhan’a ait muhteşem bir şarkı. Türk müzik tarihinde derin izler bırakan, kendi gibi hikâyesi de derin olan, hem melodik yapısı hem de sözleriyle Türk sanat müziğinin klasik ve modern öğelerini birleştiren bir başyapıt olarak karşımıza çıkıyor. Bu eser Sultan-ı Yegâh makamında bestelenmiş olsa da Batı müziği armonileriyle harmanlanmış olup kuşkusuz sizi hemen içine alan, farklı evrenlerde sezgisel bir yolculuğa çıkaran otantik bir sihirli halı gibi salınıyor kulağa ve ruha. Fakat sadece bu şarkıdan bahsetmek de koskoca albüme haksızlık olur diye düşünüyorum. Mihrimah, Defter-i Divan, Saki, Nagehan Bustan Faslı, Sa’d-Abad, Disko Segah… Yani şahsına munhasır hepsi birer sanat eseri olan şarkılar. Ve hepsi tek bir albümde toplanmış bir hazine.
Şimdi bu isimlerin neden bu minvalde olduğunu da anlıyorum. Ergüder Yoldaş’ın edebiyata olan düşkünlüğü lise yıllarında başlıyor ve Divan edebiyatına hayran kalıyor. Zaten bu albümde bulunan şarkıların sözlerinin çoğu da Divan edebiyatından; biraz Selimi’den, biraz Fuzuli’den, biraz Hayali’den izler taşıyor.
Ergüder Yoldaş’ın, bu besteyi 1980 darbesinin hemen ardından yapıp yayımlamasının yanında, Attila İlhan da aslında 1971 muhtırasına yazıyor bu şiiri. Yani eser baştan aşağı bir direnişin temsili. Tıpkı varoluşun içindeki acının yaşama direnişi olan nevroz gibi. “Nevroz, içinde bireyin yaratıcı gizilgücünün saklı olduğu yaratıcı bir etkinliktir” diyen May’in bu görüşünün ışığında sanırım Ergüder Yoldaş’ın toplumsal normali yakalayamamış olması da kaçınılmaz bir “the end” durumu ile yorumlanabilir.
Müziğe bir süre ara vermek isteyen Ergüder Yoldaş 12 yıl Büyükada’da tabiri caizse bir meczup gibi yaşamaya başlıyor. Zihninden geçen notaları enstrüman olmadan kağıtlara geçiriyor. Bu süre zarfında herhangi bir uyarıcı yok hayatında; ne televizyon, ne gazate, ne telefon. İnsanlarla da iletişimi azaltıyor, olabildiğince. Tam 12 yıl. Aslında sözleri apaçık ele veriyor nedenlerini “yollar kalabalık, müzik kötü, insanlar aynı” Ki hak vermemeye ne hacet.
“Kendi türkülerimizi dinleyip kendi öykülerimizi anlattığımız müddetçe, bu toprakların bizim olduğuna inanabiliriz.” diyen bu dahinin, bizi nevrozun kıyılarında dönüşünü gerçekleştiremeyen her anın içinde hapsolmuş, olasılığı sonsuz, yaratılmamış ve belki kursakta kalmış tüm müziklerinden mahrum bırakması da kaçınılmaz oluyor pek tabii.
Ve şimdi ölüm yıldönümü olan 25 Ocak’ı geride bırakmışken, Ergüder Yoldaş’ın hikâyesinin içinde tüm yaratım süreçlerini ve onların sahiplerini nevrozun kucağının dışında düşünemiyorum. Bir yaratımın, acının U dönüşü yaptığı bir yerlerde saklı olduğuna inanıyorum, kendimi bulmak ve daha çok yazmakla doluyorum. Bu yazıyı acıyla kıvranan ve fakat acıyı doğurmayı cesaretle kabul edip, tılsımını farkedebilen, o dönüşü yapabilen küçük büyük tüm üretenlere ithaf ediyorum.
Kapak Fotoğrafı: NTV Haber
İlginizi çekebilir: Bülent Tunga Yılmaz’dan Ergüder Yoldaş
İlk yorumu siz yazın!