Güzel Masum Kız ve Masalların Cinsiyet Hiyerarşisi: Suspiria
Giallo sinemasının öncü isimlerinden Dario Argento’nun sadece korku janrında değil sinema tarihinde de kült ünvanına ulaşmış 1977 tarihli filmi Suspiria Almanya’da prestijli bir bale akademisine kabul edilen Amerikalı genç bir dansçının çok yakında içine düşecek olduğu dipsiz kırmızı kuyulardaki gizemli olayları merkezine alıyor. Erkek karakterlerin sadece yan rollerde var olabildiği bu ‘başına geleceklerden habersiz masum kız’ hikâyesi aynı zamanda Grimm Kardeşler’in anlatılarını hatırlatan, yetişkinler için karanlık bir masal niteliği de taşıyor.
Günümüzün gözde yönetmenlerinden Luca Guadagnino‘nun yeniden uyarladığı ve önümüzdeki günlerde Filmekimi’nde izleyecek olduğumuz Suspiria öncesi İtalyan korku sinemasının önde gelen temsilcilerinden Dario Argento‘nun klasik eserini yeniden ziyaret etmek elbette ki kaçınılmazdı. İlhamını Levana and Our Ladies of Sorrow’dan alan ve güçlerini dünyayı manipüle etmek için kullanan kötü cadıları ele alan The Three Mothers üçlemesinin ilk filmi Suspiria, aynı zamanda İtalyan usulü korku olarak da bilinen giallo alttüründeki en önemli eserlerden birisi. Döneminin koşullarında ezber bozan teknik meziyetlerinin ve geleneksel hikâye anlatımını yerleştirdiği gerçeküstücülüğünün ötesinde, Suspiria’yı modern bir Grimm Kardeşler masalı olarak da inceleyebiliriz.
Grimm Kardeşler’in, Almanya kırsallarında anlatılan sözlü kültür öğelerini toplumun cinsiyet normları ile birleştirerek şekillendirdiği, günümüzde ise çoğunlukla Disney çatısı altında şahitlik ettiğimiz masallara herkes aşinadır. Masum bir genç kızın başına gelecek olan kötü olaylar, bu kötülüklerin mimarları acımasız üvey anneler, cadılar ve çirkin betimlemeleriyle kadınlar… The VVitch: A New England Folktale’de düzenin dışına çıkan ya da elinde gücü barındıran kadınların nasıl cadı veya canavar olarak gösterildiğini ve bu isyanın nasıl mitleşerek fantastik öğelere dönüştürüldüğünü konuşmuştuk. Özgün formunda erkek olduğu bilinen bu kötü karakterlerin, Grimm Kardeşler’in kalemlerinde üvey anneye ya da cadıya dönüşerek güzellik savaşı üzerinden yaptıkları zulümler de toksik maskülenliğin kadınlar üzerindeki bir yansıması aslında. Beyaz atıyla arzıendam edecek olan prens ise, suskun ve saf olduğu için iyi bir karakter olarak tasvir edilen kadının tek kurtarıcısı…
Daha havaalanına beyaz elbisesi ve masum bakışları ile iniş yaptığı anda, arkada çalan Goblin imzalı tema müziğinin de tedirginliği ile kahramanımız Suzy’in başına geleceklerden endişe etmeye başlıyoruz. Tıpkı masallardaki gibi, bilinmezliğin simgesi olan karanlık ormanın ardındaki görkemli bir binaya, uyuyan güzel anlatısıyla giriş yapan Suzy’nin dehşetle yüzleşmesi bu anlarda başlıyor. Korku sineması standartlarına göre haddinden fazla grafik bulunabilecek açılıştaki ölüm sahnesi, kadın bedeninin metalaştırılmasına dair çarpıcı bir resim de sunuyor. Güzellik takıntılarıyla savaşan genç kadınların yer aldığı (erkeklerse çok daha geri planda tutuluyor) akademinin ilk günlerinde, Suzy’nin sıkça vurgulanan duru güzelliği, onu tehlikeye sokan etmen aynı zamanda.
Birçok yönden Pamuk Prenses hikâyesine özenen bu güzellik anlatısında, cadı mitini devam ettiren sözde kötü karakterler ise tabii ki güçlü ve dominant kadınlar. Yüzyıllar boyunca şeytanla anlaşma yaptığı ve böylece mutlak güce ve zenginliğe ulaştığı söylenen cadılar meclisi, Suspiria’da da hikâyenin dehşet kaynağı olarak yerini alıyor. Anlam veremediği olayların çaresizliğinde Suzy’ye yardımcı olacak dış etmen yine bir erkek figürü: Son perdede, olayları aydınlatacak bilgiyi veren kişi bir nevi kurtarıcı prens rolünü de yerine getirerek masum ve güzel kadını kurtarmaya çalışıyor. Pamuk Prenses’in babası tarafından maruz kaldığı ensest tacizlerin üvey anne figürü olarak psikolojik istismara dönüştürülmesi, toplumsal değerlerin altındaki cinsiyet hiyerarşisinin somut bir örneği aslında. Suspiria’daki hırslı ve güçlü cadıların güzellik takıntısı uğruna ana karakteri içine soktukları cehennem de bu devşirmeden çok farklı değil. Suspiria’nın “iyi” kahramanı Suzy’nin saf, güzel ve hırslarından arınmış olarak tasvir edilen portresinin karşısındaki “kötü” karakterlerin hırslı, güce ulaşmayı hedefleyen ve tabii ki, maskelerinin ardında, çok çirkin şekle sahip kadınlar olarak resmedilmesi masallardaki cinsiyet hiyerarşisinin de bir yansıması.
The VVitch: A New England Folktale yazısında, filmin ek ibaresinin mitleşen bir hikâye anlatımının farkındalığını temsil ettiğinden bahsetmiştik. Suspiria‘da ise Argento, masalların cinsiyet hiyerarşisinin güzel kadınların vahşi ölüm sekanslarıyla bir başka temsilini mi sunuyor yoksa geleneksel anlatıdan çok daha karanlık bir tasvirle gün ışığına mı çıkarıyor ikilemi, filmi özel yapan unsurlardan bir tanesi. Bir diğer unsursa, tüm bu sosyolojik okumaların üzerine kırmızı ve yeşil katmanlar dizen ve her parçasıyla giallo türünün elementlerini birleştiren teknik meziyetleri.
2013 yılında The Strange Color of Your Body’s Tears gibi yine çok başarılı bir örneğini izlediğimiz giallo türünü polisiye suçtan ayıran en büyük özelliğinin, genellikle çizgisel akışı bozan ve campy unsurları fütursuzca etrafa saçan anlatısının yanı sıra tehdit altındaki ana karakterin doruk noktasına kadar yaşadığı gizemi hikâyenin biçimsel özelliklerinin arkasına saklaması olduğu söylenebilir. Hikâyenin konusuna alaka açısından geri düşen fakat alt metni gerçeküstücülüğüyle besleyen sekanslar, görüntü ile uyumsuz ve tedirgin edici müzik kullanımı, sonuçtan çok sürecin önem arz ettiği dehşet verici ölüm sahneleri ise bu türün önemli gurur kaynakları.
Argento‘nun Suspiria‘sında ise yeşil ve kırmızı renklerini nükteli bir hikâye-teknik çalışmasından öte, terörü ve ton değişikliğini tetikleyecek bir güç olarak izliyoruz. Dönemin Amerikan korku filmlerinde sık rastlanan karanlık ve tekinsiz mekânların aksine göz yoran bir parlaklık ve Alman dışavurumculuğundan beslenen setleriyle film, ardından onlarca filme ilham olacak bir türü inşa ediyor aslında. Tehdidin ortadan kalktığı dış mekânlarda bariz bir tezatlıkta olabildiğince basitleşen kamera ve renklendirme de bu dünyaya ait olmayan kabusvari masal atmosferini de güçlendiriyor.
IMDb Puanı: 7.5/10
Bahsi geçtiği gibi birçok tartışmalı konuya kapılarını açan ve sınırları zorlayan tekniği ile sadece korku janrında değil sinema tarihinde kendine sağlam bir yer edinen Suspiria’nın ülkemizde de vizyon şansı yakalayan yeniden yapımında, Call Me By Your Name ile uluslararası bir üne kavuşan İtalyan yönetmen Luca Guadagnino’nun hikâyeye nasıl bir yorum getireceği ve öncülüne kıyasla sinematik hafızalarda nasıl bir yer edineceği büyük merak konusuydu. Dakota Johnson ve Tilda Swinton’lı 2018 yapımı Suspiria, yönetmenin de röportajlarında sıkça dile getirdiği üzere bir yeniden yapımdan ziyade kendi başına var olabilen, orijin hikâyenin farklı bir yorumlaması olarak öne çıkıyor. Argento’nun ‘zamansız’ ve ‘mekânsız’ kâbus hissiyatından yola çıkarak 1970’ler Berlin atmosferinde politik alt metinli puslu bir koreografi yaratan Guadagnino, tehdit altındaki genç ve güzel masum kız masalını tehdidin ta kendisine çevirerek daha maternal bir noktaya odaklıyor kamerasını. Thom Yorke’un ‘şeytani melankolik’ notalarının ve seyircinin göz kırpmasına izin vermeyen keskin kurgusunun da desteğiyle hem orijinal filmin biricik hissiyatını yakalamayı hem de orijinal filmden çok farklı bir atmosfer yaratmayı başarıyor; ki bu da Guadagnino’nun Suspiria’sına tıpkı öncülü gibi korku sineması külliyatında önemli bir yer kazandıracak nitelikte bir övgü olarak kabul edilebilir.
IMDb Puanı: 7.3/10
İlk yorumu siz yazın!