Bazılarımız neden mükemmel bir pastırmalı cheeseburger’i geri çevirir ya da üzerine limon sıkılmış midye dolmayı reddeder? Neden ailelerimizi terk etmemizi ve diyetlerimizi değiştirmemizi isteyen tarikat liderlerine akın ederiz? Yakından bakarsak, her şeyin beyinde başladığını görebilir miyiz? Tüm bu soruların cevapları için nörobilimin kutsal ritüeller, yasaklı yiyecekler ve tarikat dinamiklerinin akıl almaz boyutuyla buluşacağı din, yemek ve psikolojinin ilginç kesişimine hoş geldiniz. Bu nokta inancın biyolojiyle bir araya gelerek sadece bireysel zihinlerimizi değil, içinde yaşadığımız kültürleri ve toplumları da şekillendirdiği yer!

Fotoğraf: Karolina Grabowska

Bu yazı zihnimde, izlediğim bir Netflix belgeseli ve aynı sıralarda okuduğum Dick Swaab’ın ”We Are Our Brains: From the Womb to Alzheimer’s” adlı kitabıyla oluştu diyebiliriz. Ha bir de bir arkadaşımla çıktığım yemekte midye yemediğini öğrendiğimde. Midye mi? dediğinizi duyar gibiyim. Gelin, bir belgesel, bir kitap ve bir arkadaştan doğan yazıma bir bakalım.

Belgesel ile başlayalım çünkü bize dine geniş bir açıdan bakma fırsatı verecek gibi. İlk bakışta ismiyle dikkatleri toplayan Netflix’in ”Tarikat Lideri Nasıl Olunur?” adlı altı bölüme ayrılan belgeselinde Halk Tapınağı’ndan Jim Jones, Branch Davidians’tan David Koresh ve Heaven’s Gate’ten Marshall Applewhite gibi tarihin en kötü şöhretli tarikat liderlerinden bazıları tarafından kullanılan karmaşık stratejiler inceleniyor. Her bölüm tarikat liderliğinin farklı bir yönüne odaklanarak bu figürlerin nasıl güç kazandıklarına, takipçilerini nasıl cezbettiklerine ve kendilerine sadık topluluklar üzerinde nasıl kontrol sağladıklarına dair öngörüleri doyurucu bir şekilde gözler önüne seriyor. En azından bana öyle geldi 🙂

Fotoğraf: pexels.com/tr-tr/@rodolfoclix

Din, antik ritüellerden modern ruhani uygulamalara kadar her zaman insan hayatının bir parçası olmuş. Bu sadece kültürel bir olgu değil, aynı zamanda beynimizin nasıl çalıştığıyla da derinden bağlantılı. Gezegenin dört bir yanındaki insanlar neden tanrılara, ruhlara ya da evrenin kendisine bu kadar güçlü inançlar besliyor? Üstelik dünyada yaklaşık 10.000 civarında din ve inanış var. Neden hepimiz tek bir varlığa inanmıyoruz? Mümkün değil…

Dünya nüfusunun yarısından fazlası Katolik, Protestan, Müslüman ve Hindu. Yüzümüzü Amerika’ya döndüğümüzde ise durum daha da karışık. Toplumun bir kısmı yüce bir tanrıya, bir kısmı ölümden sonra yaşama bir kısmı ise sadece dua etmeye inanıyor. Bu denli fazla ve birbirinden farklı inanış nasıl ortaya çıktı sorusunun ise yıllardır cevabı aranıyor. Temele oturtulmaya çalışılan ilk görüş, insanın bir anlam arayışı halinde olması. Organize dinlerden önce, ilk insanlar zaten açıklamalar arıyordu gibi. Neden yağmur yağıyor? Ekinler neden bazı yıllarda başarısız oluyor? Ölümden sonra ne oluyor? gibi soruların cevaplarının peşinde koşan insanlık için bilinmeyen korkutucuydu sanırım. Adına bakmaksızın kurulan her bir inanç sistemi de bu büyük soruların yanıtlanmasına yardımcı olmuş gibi. Bu doğrultuda, yüksek güçlere inanmanın ilk toplulukların hayatta kalmasına yardımcı olduğu da düşünülüyor. Bir düşünelim; eğer herkes bir tanrının her hareketini izlediğine inanırsa işbirliği yapma olasılıklarının daha yüksek ve sorun çıkarma olasılıklarının daha düşük olması kulağa mantıklı geliyor.

Dini Beyin: İnancın Biyolojisi

Fotoğraf: pexels.com/tr-tr/@mart-production/

Peki beynimiz inanç sistemlerini nasıl işliyor? Özellikle nöroteoloji alanı bazılarınızın ilgisini çekebilir. Rahiplerin dini ritüeller ve meditasyon esnasında yapılan beyin taramaları, beyinde birçok alanın aktive olduğunu gösteriyor. Analitik düşünme, denetleme, karar verme sistemlerini yöneten ve en son gelişen beyin parçamız prefrontal korteksin dışında şakak bölgemizin üstünde bulunup duyu verilerini toplayan parietal korteks, kaudat çekirdeği dediğimiz duyguların işlendiği bölge, alarm merkezimiz singulat korteks, duyguya bağlı otomatik reaksiyonlarımızı düzenleyen insular korteks bunlardan sadece birkaçı.

Dopamin ödül sistemimizin aktive olması da din inancımızı büyük ölçüde şekillendiriyor; öyle ki, Alzheimer gibi beyninde nörolojik hasar olan insanların aşamalı biçimde dini ilgilerinin azaldığı görülüyor ya da tam tersi, demans, şizofreni ve temporal lob epilepsisi olan kişilerde aşırı dindar davranışlar gözlemlenebiliyor. Burada söz konusu olan bir de oksitosin var. Popüler kültürde bağlanma hormonu olarak bilinse de anneden süt salgılanması ve doğuma yardım etmesi gibi daha birçok fonksiyonu bulunan hormonumuz yani oksitosin sayesinde de derin bir aidiyet ve duygusal olarak güvende hissediyoruz. Mutluluk ile özdeşleşmiş serotonin ne kadar ruhani olduğumuz ile ilgili durumlarda da karşımıza çıkıyor. Tabii bazı ruhani ya da gizemli deneyimler, LSD ya da psilosibin dediğimiz maddelerin kullanımında daha farklı boyutlara da taşınıyor.

Fotoğraf: pexels.com/tr-tr/@vuralyava

Tüm bu biyolojinin yanı sıra, din sosyal beynimize de dokunuyor. Dinlerin ritüelleri, kuralları ve ahlaki kodları, bir topluluk duygusu yaratmak ve pekiştirmek için güçlü araçlar olarak hizmet etmesini tarihin birçok sahnesinde ve yapısal olarak birbirinden farklı birçok toplumda da görüyoruz. Beynimizin bağlantı ve ortak anlam aramak üzere tasarlanmış haline din mükemmel bir seçim. Toplu duadan ortak yemeklere kadar, bu uygulamalar bizleri bağlı olduğumuz gruplara daha da bağlıyor ve kültürel varlığımızı tanımlamamıza yardım ediyor.

Örneğin, eski Mezopotamya’da insanlar doğal güçlerle bağlantılı tanrılara tapıyorlarmış: yağmur, güneş, bereket. Kurbanlar sunarak ve dini festivaller düzenleyerek bu güçleri etkileyebileceklerini düşünmüşler. Bu sadece rahatlık sağlamakla kalmayarak insanları bir araya getirmiş ve bir topluluk duygusu, ortak bir amaç da yaratmış. 

Yasaklı Menüler: Bir Porsiyondan Daha Fazlası

Fotoğraf: pexels.com/tr-tr/@rdne/

Gelelim midyeye. Bu nefis çift kabuklular, yüzyıllardır dünyanın dört bir yanında mutfakların vazgeçilmezi. Buharda, beyaz şarapta hafif sarımsakla pişirilerek veya çeşitli soslarla harmanlanarak tüketiliyorlar. Ülkemizde en iyi midye nasıl yapılır, İzmir’de mi yoksa başka bir yerde mi yenir tartışmasından bu noktada ufak ufak sıvışırken midyenin sadece damak tadımıza değil ekosistemimize de hizmet ettiğini söylemeden geçmeyeyim. Suyu filtreleme ve ekosistemi temizleme yetenekleri, onları saflığın ve yenilenmenin simgesi haline getirmiş. Bazı kıyı topluluklarında midyeler, çeşitli zorlu ortamlarda geliştiğinden sembolik anlamda esnekliği ve uyarlanabilirliği de temsil ediyor.

Başka bir boyut ise diğer tüm çift kabuklularla birlikte midye de mükemmel bir beyin yakıtı! Beyin sağlığına dost ve hafızayı yaşlanmadan koruyan DHA ve B-12 vitamini ile dolu. Özellikle DHA, beyne taşınan tek omega-3 türü ve tüm düşüncelerin, duyguların sorumluluğunu yüklenmiş nöronların yapı taşı olduğundan bizim için önemli. Örneğin, Alzheimer hastalarının kanlarında DHA düzeyi oldukça düşükken kanında yüksek düzeyde DHA bulunan kişilerin yaş aldıkça beyin küçülmesi dediğimiz nöron küçülmesini daha az yaşadığı tespit edilmiş. Ortalama 85 gramlık bir porsiyon tükettiğinizde 430-440 mg DHA almış oluyorsunuz yani 3-5 eczane türü balık yağı. İçindeki selenyum da cabası. Selenyum? Hemen açıklayalım: Selenyum, metabolizmadan sorumlu ve duygu durumumuzda etkili olan tiroid bezlerinin sağlıklı çalışmasında oldukça etkin bir mineral. Teoride bu kadar faydasını sıraladığımız bu besini neden çevremizde bazılarımız tüketmiyor ya da tüketmeyi tercih etmiyor?

Bu noktada dikkat çeken bir şey var: Dinin en büyüleyici yönlerinden biri, insanların sadece neye inandıklarını değil, aynı zamanda ne yediklerini ya da yemediklerini de dikte etme gücü. Bu yasak yiyecekler sadece ilahi bir kural olarak da kalmayıp kimlik ve topluluğu güçlendirmenin beyin güdümlü yolları aynı zamanda. Nörobilim, gıda kısıtlamalarına uymanın beynin ödül sistemini harekete geçirdiğini, kurallara bağlı kaldığımızda dopamin salgılayarak bize tatlı bir “doğru şeyi yapıyorum” hissi verdiğini gösteriyor. Ancak bu aynı zamanda “bizi” “diğerlerinden” ayırmakla da ilgili ve gıda bunda büyük bir rol oynuyor.

Fotoğraf: pexels.com/tr-tr/@pixabay/

Yahudilikteki koşer yasalarını duymuşsunuzdur. Domuz eti yok, kabuklu deniz ürünleri yok ve kesinlikle et ile süt ürünlerini karıştırmak yasak. Koşer kuralları oldukça katı gibi durmakla birlikte Yahudi toplulukları ile daha geniş dünya arasında net bir çizgi çizerek kültürel bir işaret olarak da hizmet ediyor. İslam’da helal beslenme yasaları da benzer bir işlevi yerine getiriyor; domuz eti, regl konusunda kafamızı kurcalayan midye ve alkol tüketimini yasaklayarak hayvanların belirli bir şekilde kesilmesini zorunlu tutuyor. Bu kısıtlamalar kültürel kimlikle iç içe geçerek bunlara uymak bizlerin toplumdaki yerini pekiştiriyor.

Başka bir örnek de Hindistan’dan gelsin. Hinduizm’de inekler kutsal, bu nedenle sığır eti menüde yer almaz. Bu gıda kısıtlaması ülkenin kültürel yapısını büyük ölçüde şekillendirmiş, sosyal davranışları ve hatta siyaseti de etkilemiş. Hindu festivali Navaratri sırasında birçok kişi oruç tutuyor ya da olumsuz duyguları harekete geçirdiğine inanılan soğan ve sarımsak gibi belirli yiyeceklerden kaçınıyor. Bu “tamasik” yani atalete neden olan yiyeceklerden kaçınmanın, bedenin ruhsal olarak saf kalmasıyla ilgili olduğu düşünülüyor.

Bu yaygın örneklerin farklı inanç sistemlerinde vermeye çalıştığı fikir aynı: gıda sadece beslenme ile ilgili değil; aynı zamanda kimlik, kontrol ve bağlantı ile ilgili.

Gıda ve Kontrol: Tarikatlar Bunun Neresinde?

Fotoğraf Kaynağı: myshows.me

Peki tarikatlar? Bahsettiğim Netflix’teki belgeselde tarikatlar ruhani veya kişisel gelişim vaatleriyle başlamakla beraber çok geçmeden, takipçilerini izole etmek ve kontrollerini sıkılaştırmak için gıda kısıtlamaları, oruç veya garip diyetler de kullanıyor. Beynin yapı, anlam ve kimlik ihtiyacı genellikle lider tarafından ele geçiriliyor ve yemek aniden bir sadakat sembolü haline geliyor.

Belgeselden, Jim Jones tarafından yönetilen meşhur Jonestown tarikatı bölümünü ele alalım. Takipçiler sıkı bir diyet kontrolüne tabi tutulmuş, Jones neyi ne zaman yiyebileceklerine karar vermiş. Bu sadece fiziksel sağlığı yönetmekle ilişkili olmayıp takipçilerin en temel ihtiyaçları için bile ona bağımlı olmalarını sağlayan bir tür psikolojik kontrol diyebiliriz. Jones yiyecekleri üzerinde ne kadar kontrol sahibi olursa, ona o kadar bağımlı hale gelmişler ve kaçınılmaz bir itaat döngüsünün de içinde kalmışlar.

Kültürel ve Sosyal Dalgalanma Etkileri

Fotoğraf: pexels.com/tr-tr/@energepic-c

Peki, tüm bunlar toplumu nasıl şekillendiriyor? Bu dini ve tarikat temelli gıda kuralları bireysel davranışlardan ziyade derin kültürel ve sosyal etkilere de neden oluyor. Dini gıda kısıtlamaları sosyal dinamikleri etkileyip toplumsal kimlikler yaratıyor ve hatta kamu politikalarını belirliyor. Örneğin, New York’taki koşer şarküterilerden dünyanın dört bir yanındaki şehirlerdeki helal kasap dükkanlarına kadar dini beslenme yasaları etrafında birsürü endüstri ortaya çıkmış. Bu uygulamalar, toplulukların yaşam ve etkileşim biçimlerini şekillendiren ekonomik ağlar ve kültürel merkezler yaratmakta gibi.

Ancak gıda yasaları aynı zamanda sosyal bölünmeler de yaratıyor. Çok kültürlü toplumlarda, bu beslenme kısıtlamaları toplulukları birbirinden ayıran görünmez engeller olarak hizmet ediyor. Domuz etinin pek çok geleneksel yemeğin temelini oluşturduğu İngiltere ya da Fransa’da yaşayan Müslüman bir ailenin sosyal toplantılara katıldığını düşünün. Ortak bir yemek kadar basit bir şey, yemek seçimlerinin daha derin kimlik ve aidiyet katmanlarını yansıttığı kültürel bir kavşak haline dönüşüyor birden.

Hindistan’da Hindu inançlarına bağlı sığır eti yasağı, bazı grupların bunu sığır eti tüketme olasılığı daha yüksek olan Müslüman ve Hristiyan azınlıkları ötekileştirmek için kullanması nedeniyle siyasi huzursuzluğa bile yol açmış zamanında.

Beynin İki Uçlu Kılıcı: Sosyal Bir Güç Olarak İnanç

Fotoğraf: pexels.com/tr-tr/@googledeepmind

İster yasak olduğu için midyeden kaçınmak, ister ruhani nedenlerle bitki temelli bir diyete bağlı kalmak, isterse de bir liderin diyet emirlerine uymak olsun, gıda kısıtlamaları inancın hem bireysel beyni hem de kolektif kültürü nasıl şekillendirdiğinin güçlü bir yansıması. Nörobilim bize bu gıda kurallarının grup kimliğini güçlendirdiğini, sosyal bağları pekiştirdiğini ve nörolojik ödülleri tetikleyerek insanların seçimleri konusunda kendilerini iyi hissetmelerini sağladığını gösteriyor.

Daha büyük ölçekte, dini ve kült temelli gıda uygulamaları topluma yayılarak sosyal etkileşimlerden ekonomik sistemlere ve hatta siyasi hareketlere kadar her şeyi etkileyebilir. Güçlü iç gruplar yaratır, ancak aynı zamanda farklı kültürel veya dini topluluklar arasında sınırlar çizerek bölünmeye de zemin hazırlayabilirler. Yiyeceklerin genellikle kültür ve inancı sembolize ettiği bir dünyada, bu kısıtlamalar sadece diyet seçimlerinden daha fazlası aslında, yani kim olduğumuzun ve nereye ait olduğumuzun ifadeleri diyebiliriz.

Kapak Fotoğrafı: Netflix

İlginizi çekebilir: Damla Anol Erol’dan Etin Sanatla Buluştuğu Mekân