Tavşanı Yakala: Gerçek Olmayan Gerçek Bir Hikâye
Tavşanı Yakala, adeta Bosna’nın hasar görmüş vücutlarına dönüşmüş Sara ve Lejla’nın “ortak geçmişlerinin” tavşan deliğine uzanan bir yolculuk, birbirinden farklı gerçekliklere açılan… İki arkadaşın çok katmanlı, karmaşık anılarıyla örülü bu roman, bizi yalnız karakterlerin sisli dünyasına değil, Balkanlar’ın kanlı topraklarına götürerek, travmatik tarihsel olayların kişilerin bakışlarını ve değer farklılıklarını nasıl şekillendirdiği de çarpıcı bir şekilde sunuyor.
Balkanlar uzun zamandır ilgi alanım. Köklerimin dayandığı topraklara attığım her adımda aile evinin sıcaklığı ve kokusu sarıp sarmalıyor beni. 20’lerimin ortasında keşfettiğim topraklar, tanımadık suratlar, hiç bilmediğim bir dilden yükselen konuşmalar; fakat yarattığı his hep aynı: Evdeyim. Çocukluğumdan beri severek yediğim Trakya mantısı’nı Saraybosna’da bir sokakta Bosanske mantije olarak mideme götürürken de o his orada, her sene Hıdrellez’de annem ve anneannemle gül ağacına bağladığımız kırmızı kumaş kaplı bozuk paralar Bitola’da “Erdelezi mori” diyerek beni gül ağacına sürükleyen yaşlı bir dedo’da da orada. Skopje’deki arkadaşımın aile sofrasında pečka’da hazırlanmış grav’ın kokusu evi sararken, koca bir sini mekitsa‘yı görünce yaşadığımız heyecan ve ortak dilimizin yalnızca “İngilizce” olduğu o masada, tanıdık bre, mori, more’ler etrafta uçuşuyor; ana dilini hiç anlayamadığım insanların duvarında asılı 12 İmam görseli beni babamın ailesinin evinde yediğimiz çocukluğumun akşam yemeklerine sürüklüyor.
Balkanlar’da ben hep evdeyim. O his orada duruyor; fakat şu da bir gerçek ki, Balkanlar’ı istediğimiz kadar karış karış dolaşalım ve onlarca, yüzlerce insanla tanışarak hikâyelerini dinleyelim, bu topraklar empati yaparak hissedilmesi zor ve hatta imkansız topraklar. Eğer biz de bir savaş çocuğu değilsek tabii. Balkan Savaşları’nın travmaları çoğu zaman tam orada duruyor ve biz birçoğunu fark edemiyoruz bile. Belki de -bir şekilde- daha iyi anlayabilmek için Balkanlar’ın tarihine ışık tutan kitaplar, filmler, müzikler ilgimi çekiyor ve her seferinde tarifi olmayan bir tat bırakıyorlar bende; bir yemeğin içindeki tanıdık ama sevmene rağmen ne olduğunu çıkaramadın bir baharat gibi sanki.
Tavşanı Yakala
2018 yılında Uhvati zeca ismiyle Sırbistan’da yayınlandığından bu yana pek çok dile çevrilen ve 2020’de Avrupa Birliği Edebiyat Ödülü’nü kazanan Lana Bastašić’in Tavşanı Yakala romanı, son zamanlarda radarıma giren kitaplardan. Mart 2022’de İlksatır Yayınevi tarafından Gökçe Çiçek çevirisiyle Türk okuyucuyla buluşan Tavşanı Yakala, 2022’de Dublin Edebiyat Ödülleri ve Avrupa Edebiyat Ödülü’nün listelerine girmeyi hak etmiş bir roman.
Tavşanı Yakala, romanın anlatıcısı Sara’nın dediği gibi: Lejla, Bosna ve Sara’dan oluşuyor. Balkan tarihi ve kültürüyle harmanlanmış bir kitap. Sara, Bosna’da yaşayan Müslüman azınlıktan olmamasına rağmen, arkadaşı Lejla’dan sebep, dolaylı olarak zarar görüyor ve “Üstünden yıllar geçmesine rağmen tetanoz aşısı olmaya devam edeceğiniz cinsten çişle dolu bir denizdeki paslı çapa” olarak gördüğü Bosna’dan uzaklaşarak Dublin’e yerleşiyor. Lejla ise 11 yaşındayken Müslüman Boşnak ailesi, etnik temizlik döneminde soyadlarını ve çocuklarına verdiklerini doğum adlarını, kulağa “Ortodoks” gelen isimlerle değiştiriyor; pek çok Bosnalı ailenin çocuklarını ve hayatlarını kurtarmak için yaptıkları gibi. Sara’nın biricik Lejla’sı Lela oluyor, abi Armin Begić, Marko Berić oluyor. Armin, isminin kayboluşu gibi gizemli bir şekilde ortadan yok oluyor.
Dublin’de mutlu bir hayat kurduğuna inanan, ana dilini nadiren duyan Sara, sırf “oraya” dönmemek için sattığı inci küpelerin üzerinden 12 yıl geçmişken, bir telefonla tekrardan anılarıyla yüzleşmek zorunda kalıyor. Aradan geçen iletişimsiz 12 yılın ardından Lejla, Bosna Savaşı esnasında kaybolan abisi Armin’in Viyana’da olduğunu söyleyerek, Sara’nın onu Mostar’dan Viyana’ya götürmesini istiyor.
Tavşan Deliğine Yolculuk
“Bosna’da bitiş çizgileri olmazdı, tüm yollar görünüşte eşit oranda cansız ve anlamsızdı; ilerleme kaydediyor gibi görünseniz de yalnızca daireler çizer dururdunuz. Bosna’da yol katetmek farklı bir boyut gerektirir: Sizi gerçek, dışsal bir hedefe götürmeyen, aksine kendi varlığınız kasvetli, zar zor aşılabilir derinliklerine çeken çarpık, kozmik bir solucan deliği”
– Sara.
Telefon görüşmesiyle başlayan yolculuk, okuduğum en güzel “yol” kitaplarından ve pek çok yolculuk romanında olduğu gibi, gidilen yerden çok kahramanların gizemli yolculuğu sürüklüyor bizi. Dublin’den Hırvatistan’a, oradan Mostar ve Viyana’ya uzanan yolda canlanan çocukluk ve gençlik anıları, savaşın travmatik etkileri adeta karakterlerin yolu görmesini engelleyen kapkara sisler gibi çevreliyorlar etrafı.
Mostar’dan çıkılan yolda Sara ve Lejla’nın “ortak geçmişlerinin” tavşan deliğinde bir yolculuk başlıyor, bambaşka gerçekliklere açılan. Ortak deneyimlerini, olup bitenleri aynı şekilde hatırlamıyorlar; en önem verdikleri anılarında bile. Tüm paylaşımlarındaki gerçekler tamamen farklı ikisi için de. “Her şey bizim için ve bizim sayemizde var oldu” diyor Sara, hikâyeler yarattığını kabul ederek. Kim doğru hatırlıyor veya kim kendisine yalan söylüyor kitap boyunca saptayabilmek zor. Zaten önemli olan da gerçekler ne olursa olsun bizi sonsuza dek nasıl şekillendirdikleri. “Tüm hayatını her şeyini kendin seçerek geçirdin” diyen Lejla’nın tasviri ne kadar doğru veya adil? Sara’nın en başından beri korktuğu gibi Lejla panjurun iki tahtası arasından geçen bir güve gibi cümlelerin arasına gizlice süzülerek, Sara yerine cümleleri tamamlar mıydı dersiniz? Belki de her şey Sara’nın belirttiği gibi, hikâyeyi anlatan o ve Lejla’ya istediğini yapabilir. Lejla klavyenin tek vuruşundan ibaret, isterse onu tamamen yok edebilir de.
Tavşanı Yakala, daireler çizerek ilerliyor, Bosna gibi. Cümlenin orta yerinden başlayan kitap, kitabın son cümlesini tamamlayarak bir döngüye giriyor: Sara ve Lejla’nın saplantılı dostluk döngüsü. Anıları da öyle. Geçmiş ve şimdi arasında atlayarak ilerleyen romanda Armin’in bir anda ortaya çıkışı, roman için adeta bir katalizör.
Roman, ilkokul yıllarından başlayarak iki kadının otuzlu yaşlarına uzanan dostluklarını dağınık anılarla anlatmanın ötesinde, kişilerin akışkan ve değişken yaşamlarını, sosyokültürel ve dini sebeplerin de etkisiyle hayattaki amaç ve değer farklılıklarını irdeliyor. Ölen tavşanlar, serçeler, köpekler, ölüm her yerde; fakat sessizce. Verilen kayıplar, trajedi, aile, yaşanılan ilk deneyimler dokunaklı, çok katmanlı, ağır bir hikâye sunuyor okuyuca.
Balkanlar Bir Renk; Bir İsim Değil
Sara için Balkanlar bir renk; bir isim değil. İsimleri unutmak kolaydır; kendinizi yabancı sözcükler ve haritalarla doldurduğunda harfler dilin üzerinde şeker taneleri gibi yok olur; fakat renkler, göz altındaki rimel lekeleri gibi kalmaya devam eder. Renkler kilometrelerle temizlenmez. Tıpkı savaşın etkilerinin hayat boyu devam ettiği gibi. Tavşan deliğinden karanlığa inen hatıralar yalnızca Sara ve Lejla’nın dünyasına olan bir iniş değil, Balkanların günümüzde dahi tartışmalı ve kanlı topraklarına uzanan bir yol.
“Kimlik” temasını özgün bir şekilde ele alan Lana Bastašić, 1990’ların Balkan Savaşı’nın tüm bir nesil üzerinde bıraktığı karanlık mirasın nasıl devam ettiği gerçeği ile yüzleştiriyor okucuyu. Karakterler adeta Bosna’nın hasar görmüş vücutları. Banja Luka’da Sırp olmanın getirdiği “göreceli ayrıcalık” Sara’ya doğrudan savaştan bahsettirmiyor; fakat savaşın etkileri anılarda gizli. Gittikçe iptal olan daha fazla ders olmasında, daha az müzikte, satılan ev eşyalarında, insanların siyah renk giyinmeyi alışkanlık haline getirmesinde…
Savaş her nerede yaşayıp, kendilerini ne kadar değiştirmeye çalışsalar da onların hafızalarında. Boyanan saçlar, takılan lensler değiştiremiyor geçmişin travmalarını. “Bölge ahalisinin yüzleri birdenbire başkalaşmıştı. Bazıları yalnızca bir kez suratını asmış, sonra da hep öyle kalmıştı” diyor Sara, sonradan hatırlamayacağını iddia ettiği çocukluk gözlemlerini yaparken. Etnik savaşlar yalnızca ulusu parçalamakla kalmıyor, aileleri ve dostlukları da parçalıyor; savaşın sonlanması bir “bitiş” anlamına da gelmiyor. Bundan sonraki yolun devam edip etmeyeceği, yaraların iyileşip iyileşmeyeceği ve belki de asla iyileşmeyen sonsuz kederin başlangıcı olduğunu en iyi gösteren romanlardan biri Tavşanı Yakala. Ne diyordu Sara? “Dinmeyeceğini biliyorduk. Çok geçmeden yaşamın bir parçası olacaktı, tıpkı havadaki fazladan bir element gibi.”
Kimlik savaşına etkileyici bir şekilde yer veren yazar Bastašić, kendi deneyimlerinden de yola çıkıyor romanında. Zagreb’de Sırp bir ailenin çocuğu olarak yaşayan Bastašić, savaş başlamasına yakın Hırvatistan’dan ayrılmaya zorlanıyor. “Büyükannem tüm hayatını Zagreb’de geçirdi; ama 90’larında aniden insanlar onu aradı ve onu ateşe vereceklerini söylediler” diyor bir röportajında. Bosna’ya geldiğinde saf Zagreb aksanı onu Hırvat olarak tanımlıyor ve hep “Öteki” olarak kalıyor. “Sırp bir yazar olduğumu söylersem çok şey kaybederim. Ailemin Hırvatistan’dan gelmesi, orada hoş karşılanmamamız ya da Bosna’da 25 yıl geçirmem ve konuştuğum dilin aslında Bosna’ya ait olmaması gibi. Bosnalı bir yazar olduğumu söylersem, başka şeyler kaybolur.” diye belirtiyor. Çözüm bir kimlik seçmek değil belki de, hepsini birden kucaklayabilmek. Bazılarımız için zor bir eşik olsa bile.
Tavşanı Yakala, bir gecede yeni kimliklerine bürünenler, Bosnalı Müslüman oluşlarını gizleyerek Ortodoks Sırp hayat yürütmeye çalışanlar, öldürülen köpekler için suçlanan Boşnak gençler, ölü bulunan gençler ile tarihin kanlı gerçeklerine bir labirent örüyor. Bastašić özenle ördüğü bu labirentinde, travmatik tarihsel olaylar aracılığıyla kişilerin hayatlarındaki dönüşümleri, etkileri ve değer farklılıklarını sunuyor. Banja Luka’nın Müslüman nüfusu ve mimarisinin yok edilmesi hedef alındığı dönemde, Sara ve Lejla’nın karmaşık anılarını bizlere anlatırken Bosna toplumun hassas gözlemleriyle dolu kitap.
Bedenen nerede olduklarının bir önemi yok, onlar her zaman Bosna’da Lejla’ya göre. Unutmak için terk edenler veya terk etmeye zorlanan her toplumun kalbinde geldikleri yeri ister istemez taşıdıkları gibi. Onlar her zaman orada. Günümüzde de Balkanlar’da nereye gidersek gidelim, gölgeleri bizleri takip eden birçok Armin dolaşıyor aramızda. Balkanlar’da ve dünyanın pek çok yerinde, hatta Türkiye topraklarında dahi ismini maske gibi kullanan Lejla/Leja/Lela’lar gizleniyor bir yerlerde.
“Uzaklaşılmaz sınırları olan ülkemiz aslında sınırsızdı. Bir hiç için savaşmıştık, bir hiç için birbirimizi öldürmüştük. Biz asla o ülkenin içinde olmadık, o bizim içimizdeydi, tıpkı hayali bir kaşıntı gibi. Cildimiz boş yere kaşınmaktan kanıyordu artık.”
– Sara
Tavşanı Yakala, Bosna’dan Viyana’ya olan mecazi tavşan deliği yolculuğunda, somut bir tavşana çıkıyor: Viyana’daki Albertina Müzesi’ndeki Albrecht Dürer’in Young Hare tablosuna. Son derece sarsıcı olan bu hikâye, oldukça etkileyici bir sonla “sonlanıyor”, veya en baştan mı başlıyor dersiniz?
Kapak Fotoğrafı: Frosty Ilze, Mockup: Yaprak Civan
Kitabı satın almak için buraya tıklayabilirsiniz.
İlginizi çekebilir: Yaprak Civan’dan Bir Nefes Gibi: Ferzan Özpetek’ten Yeni Bir Hikaye
İlk yorumu siz yazın!