Tezer Özlü: Şehri Terk Edenlerin Ardından
”Hiçbir yerden gelmiyorum, kendimden başka.” Sizin de yaşadığınız, şahit olduğunuz şehrin hüzünlü bir hali varsa yazın demişti yazar. Ben de şehrin en hüzünlü anısını anlatmak istedim. Havaların son derece dengesiz gittiği şu günlerde; Ankara’nın, dengesini bozduğu naif bir ruhtan bahsedeceğim: Tezer Özlü.
Yıllar yılı harita üzerinde xoxo oynamış eğitimci bir ailenin 3 çocuğundan ortancası olarak, Eylül 1943‘te Kütahya – Simav’da dünyaya geliyor Tezer Özlü. Zamanın elit kesimini yetiştiren Avusturya Kız Lisesi’nde eğitim görmek için 10 yaşında gittiği İstanbul’da tanışıyor edebiyatla.
Lise yaşantısı boyunca edebiyat bağını kuvvetlendirmiş olan birçok yazar, çizer ile yolları kesişse de Özlü; Svevo, Kafka ve Pavese ile kendine bambaşka bir dünya yaratıyor. İçine kendisini de dahil ettiği üstatların dünyalarına; yaşadıkları yerlerde, ailelerinin içinde, mezarlarında gezinerek tekrar tekrar hayret ediyor. “Bütün yaşama cesaretimi ölülerden alıyorum, anlatılarını yaşadığım ölülerden” diyecek kadar derin bağlar kuran Özlü, yaşamı boyunca okuduklarının etkisinde olduğunu hissettirircesine yazıyor tüm hissettiklerini.
Yaşadığı küçük Anadolu şehirlerinde, yaşadıklarıyla hiçbir zaman yetinmeyen ve merak duygusunu dünya küresi üzerinde gideren iyi bir gezgin Özlü, söyledikleriyle müsemma:“Dört bin nüfuslu bir Anadolu kasabasında dünyaya bakmayı öğrendim. Altı yaşındaydım. Dünyanın sonsuz büyüklüğünü hissettim ve gitmem, çok uzaklara gitmem gerektiğine inandım…”
Böylece gidiyor. Çok uzaklara, sınır ötelerine, insanların içine, ta içine yolculuklar ediyor. Yalnızlığını da yanında götürerek. Yalnızlığına ne derin bir tutkuyla bağlı olduğunu her fırsatta anlatan Özlü, yalnızlıktan ziyade kendiyle vakit geçirmekten hoşlanan bir ruh seyyahı aslında. Yaşamı ve yalnızlığına o denli bağlanıyor ki ölesiye, iki uç olmalarına rağmen ölümü bile onun için keyifli ve ruhunu en derin noktalarına kadar tatmin edecek bir duygu olarak anlatıyor: “Yaşamı cesur yaşamak gerek. Yaşamı doyarak yaşamak gerek. Yaşamı insafsızca yaşamak gerek. Yaşam sert. Yaşamı sert yaşamak gerek. Aşırı duyarlılıkları, garip aile bağlarını zamanında yenmek gerek. Kendi kendine cesur olan insan, neden ölümünü cesur ve istekle ölmesin? İstekle yaşayan insan neden istekle ölmesin?”
İkinci kişileri hayatında barındırmaktan hoşlanmadığını anlatsa da; 1962’de liseyi yarıda bırakıp, kardeşiyle otostop yaparak çıktıkları Avrupa turunda farklı kültürlerden ve farklı coğrafyalardan birçok insanla tanııyor Tezer Özlü. Paris durağında ise; Adalet Ağaoğlu’nun kardeşi, tiyatrocu ve oyun yazarı olan Güner Sümer’le de bu gezilerden birindeyken karşılaşıyor.
“Paris’in Select kahvesinde başlayan, Şişli’nin özel bir sinir kliniğinde turuncu çiçeklerle biten beraberliğimiz…” diyerek bahsettiği beraberliğine Paris’te başlayan Özlü, daha sonra Sümer ile evlenip Ankara’ya yerleşiyor: “Orta Anadolu’ya ilerliyoruz. Birden gökyüzünden gecenin karanlığı kalkıyor. Koyu bir gri alacakaranlık bürüyor doğayı. Doğacak güneşin kızıllığı yayılıyor dağların ardından bozkıra. O an bozkırı çok sevdiğimi düşünüyorum… Sayısız sevişmeler işte bu bozkırı, kuru tarlaları, güneşin kızıllığını, insan sevgisini öğretti bana, diyorum. Hiç de, belirli bir insan üzerinde toplanmıyor bu sevgi” diyor Çocukluğumun Soğuk Geceleri’nde.
Sümer, Ankara Sanat Tiyatrosu’nda çalışırken, Özlü de Yeni Dergi, Yeni İnsan, Yeni Ufuklar dergilerinde yazılar yazıyor ve Almanca-Türkçe çeviriler yapıyor. Bir yandan da yarım bıraktığı lise öğrenimini, İstanbul Erkek Lisesi’nin sınavlarına dışarıdan girerek tamamlıyor. Sergilenen oyunların metin çevirileri ve düzenlemelerinde Sümer’e yardımcı olan Özlü, ayrıca Sümer’in yönettiği Brendan Behan’ın Gizli Ordu oyununda da rol alıyor. Ankara’da yaşamaya başlayıp, yerleşik hayata geçmeye çalışırken bir şey oluyor Özlü’ye.Kendinin de anlamlandıramadığı bir şey. Çocukluğundan beri hayatında hep var olan dengesizlikler ruhunun en derinlerinde peyda oluyor bu sefer. Hem de tam burada Ankara’da. Bozkırın en kahvesinde, betonların arasında bambaşka biri oluyor.
“Çatı katımın balkonunda oturuyorum. Uzun süren, güzel bir sonbaharın bozkırda, çıplak tepeler ardında batan güneşini seyrediyorum. Sonraki günlerde yıldırım gibi hızlı bir gelişme oluyor. Dünya çok güzelleşiyor. Gerçekdışı bir güzellikte yaşadığımı algılıyor, uykularımı kısaltıyorum. Sanki yeteneklerim gelişiyor. Her şeyi daha iyi anlıyorum. Kısa uykular beni daha diri, daha canlı kılıyor. Yorulmadan çalışıyorum. İnsanları her zamankinden daha çok seviyorum, sanki onlar da beni daha çok seviyor, daha çok arıyor. Yaşamın doğal akışı hızlanıyor. Düşünce akışım hızlanıyor. O Paris’te. Onsuz her şey daha güzel. Gelecek. Bu akışa kendi bunalımlarını, dünyaya karşı mutsuz bakışını ekleyecek. Umutsuzluğunu. Paris’te kalsın. Ya da gelirse bensiz yaşasın. Bu ne dostluk, ne de sevgi.’’
Yaşamı boyunca ufak sinyallerini almış olsa da Özlü Ankara’da tanışıyor, yaşamı boyunca ona eşlik edecek yoldaşıyla. Eşinin dostunun ‘uçarılık-kaçarılık’ olarak adlandırdığı, Tezer’i geceler boyu uyutmayan, hissettiği ve gördüğü her şeyi en ufak ayrıntılarına kadar yazmak istetecek kadar derinden yaşattıran; yıllar boyu karşılaştığı sıradan bir duyguyla bir gün aniden çöken, hatta yaşamını sonlandırmak isteyecek kadar ağırlaştırıp dibe sürükleyen, aynı zamanda sıradan alelade bir hissiyatıyla ilk kez karşılaşıyormuşcasına coşup, gece uykusundan uyanıp sokaklar boyu koşmaya sürükleyecek kadar yükselten bu seziye doktorlar ise ‘manik-depresif’ diyor ve Özlü’ye.
Çağımızın popülerleştirilmiş hastalığı “Bipolar’’. Filmlere konu olan, yaşamı süslü bir intiharla sonlanmış birçok ünlünün sonu olan bu hastalık sanıldığı kadar basit ve havalı değil oysaki. Bipolar bozukluk toplumda %3-6 oranında görülen, bilinenin aksine; belirtilerini okuyan herkesin “Ay sanırım bende de var” lık bir durum değil, ciddi bir fiziksel-mental bozukluk.
Bipolar bozukluk isminden de çağrıştırdığı gibi iki uçlu duygu durum bozukluğu. Kişinin duygusal akışlarını kendi yönetemediği gibi, fizyolojik olarak da düzgün yönetilememesinden kaynaklı bir sinir hastalığı. Aslında genler üzerinde taşınan, vücuttaki bir takım hormonal ve sinirsel sistemlerin aksaklığına sebebiyet veren psikolojik yansımalarıyla izlediğimiz bir durum. Hastaların genellikle yüksek maniler esnasındaki coşkuları ve mutluluklarıyla başlayan tedaviyi reddetme süreçleri, arkasından gelen ağır depresif dönemler yüzünden kliniklerde son bulabiliyor. Özlü’nün yüksek enerjisi de böyle buluşuyor işte o turuncu çiçeklerle.
Ankara’ya taşındıktan birkaç yıl sonra fark ettiği fazla enerjisi, onu artık odalara sığdırmıyor, insanlarla 10 dakikadan fazla iletişim kuramıyor. Yaptığı işe bile odaklanamayacak duruma geldikten sonra tıbbi bir kuruma gidip açıyor dertlerini. Zaten hissettiği yüksek duygularla ve ani ruh değişimleriyle de sığamadığı ilişkisini de bırakıp, tedavi için İstanbul’a geliyor. Farklı ayakta tedavilerden sonra hastalığının ciddi bir evresinde olduğunu öğrenince Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesine yatıyor. Burada uygulanan tedavilerle birlikte aldığı elektroşok tedavisinde çektiği acı ve korkuyu çok derin cümleleriyle Çocukluğumun Soğuk Geceleri’nde anlatıyor:
”Şimdi klinikteki odama turuncu çiçekler getiriyor. Hiç sevmediğim elleri sigara kokuyor.
Şimdi eylül.
Şimdi o öleli ikinci sonbahar yaklaşıyor..
Boşandığımızı bildiren telgraf kliniğe geliyor.
İstanbul’a sığınıyorum.
Şimdi artık, işim, yalnız kalabileceğim bir evim de yok. Birkaç yılda yabancılaştığım İstanbul kentinin büyük boyutları içinde yalnızım.’’
Şimdilerde ben de Tezer Özlü’ye sığınıyorum. Dokunduğu yolları, kolları ve sonları düşünüyorum. Hangimizin sonu onunkinden daha hazin, hangimizin sonu yaşadıklarından daha kadim bilemiyorum. Terk ettiği duygularla…
Kapak Fotoğrafı: Gazete Kadıköy
İlginizi çekebilir: Hatice Ildıran’dan Tezer Özlü
İlk yorumu siz yazın!