The Assistant Filmi: #MeToo Sonrası Çekingen Bir Ses
Kitty Green’in ilk uzun metraj kurmaca filmi The Assistant, film endüstrisindeki güç dengelerini ve herkesin bilip kimsenin bir şey söylemediği istismar düzenini gergin bir tonda dile getiriyor. Filmin #MeToo sonrası Hollywood’u için sesini yeterli yükseklikte çıkaramadığı, elini biraz korkak alıştırdığı düşünülebilecekse de, aslında bu çekingenlik ve alçak ses, düzeni kökten değiştirmenin halen ne denli güç olduğunu kanıtlıyor.
Bildiğiniz gibi #MeToo hashtag’i, Ekim 2017’de Hollywood’un en büyük şirketlerinden Weinstein Company’nin başındaki Harvey Weinstein’ın 90’lar, 2000’ler ve 2010’lar boyunca film endüstrisindeki kadınlara yönelik sistematik cinsel istismarlarının açığa çıkmasıyla yayıldı. (Benzer bir skandal 2014’te, televizyonculuk dünyasında, Fox CEO’su Roger Ailes’e yönelik suçlamalarla ortaya çıkarılmış, Ailes’in istifasıyla sonuçlanmıştı.) Film endüstrisindeki birçok somut ve olumlu değişikliğe neden olan, dahası kayda değer bir kamuoyu yaratan #MeToo, sektördeki kadın ve erkeklerin eşit haklara sahip olmasını amaçlayan #TimeIsUp ile birlikte güçlenmeye devam etti. Birkaç yıl süren davalarda suçlu bulunan Harvey Weinstein bugün hapiste. Fakat onun ‘büyük çarklarından’ sadece biri olduğu bu dev endüstrideki güç dengelerinin, istismar düzeninin nasıl işlediğini, bunlardan kimlerin ne şekilde çıkar ya da kazanç sağladığını net bir şekilde bilmek halen mümkün değil. Düzenin bir hashtag ile bir anda kökten değiştiğine inanmak da…
The Assistant, tüm bu düzenin bir parçası olan bir yapım şirketinin New York’taki ofisindeki tek bir günü konu alıyor. Film, gerçek olaylara dayanmıyor, gerçek bir ismi konu almıyor. Kitty Green, senaryosunda patrona ya da şirkete dair bir isim ya da bir detay vermekten kaçınıyor, yönetmenlik tercihlerinde patronun yüzünü dahi göstermemeyi seçiyor. Fakat köşe ofiste Hollywood’un en güçlü figürlerinden birinin oturuyor olduğunu anlamak güç değil: New York, Los Angeles ve Londra’daki ofislerden ve sayısı bir elin parmaklarını aşan gayrimenkulden konuşuluyor, ünlü oyuncularla asansör karşılaşmaları ya da çıktı ve çeklerdeki bol sıfırlar normalleştiriliyor… Film, #MeToo hareketi sonrasında izlediğimiz aynı temadaki örneklerin aksine Roger Ailes ya da Harvey Weinstein adını zikretmeden, ‘patronu’ ete kemiğe büründürmeyip ‘telefondaki öfkeli, orta yaşlı, beyaz adama’ indirgeyerek düzenin büyük çarklarını genelliyor.
Filme adını veren genç asistan Jane, bu düzenin tek bir gününde etik değerleri ve kariyer kaygısı, duyguları ve mantığı arasında gidip geliyor, kendiyle yoğun bir savaş veriyor. Günün ortasında elinde bavullarıyla çıkagelen genç ve güzel bir kadın, herhangi bir deneyimi olmamasına rağmen Jane’in emek vererek geldiği, sürekli baskı ve stres altında olmasına rağmen mükemmel bir şekilde yaptığı, suçu olmadığı konularda zorunda olmadığı özürler dileyerek elinde tuttuğu işine denk bir pozisyona getiriliyor. Jane, kapıların güzel kadınlar tarafından daha kolay açıldığının, aynı kapıların bazı özel görüşmeler için daha sıkı kapandığının, ertesi gün koltukların arasından türlü takıların çıkabildiğinin ve ‘patronun’ eşine telefonda neler söylenmesi gerektiğinin bilinciyle olanları ya da olacakları hızlıca kavrayabiliyor.
Olayları kavrayan tek kişi Jane değil tabii ki; etrafındaki herkesin sebebini adı gibi bildiği ama sesini çıkarmak ya da itiraz etmek yerine susmayı, daha kötüsü şakasını yapmayı tercih ettiği bu gelişme, Jane’i içinde bulunduğu endüstriyi ve ideallerini sorgulamaya itiyor. Cesaretini toplayarak insan kaynaklarının kapısını çaldığı ve şüphelerini dile getirdiği sahne, bu yıl bir diğer örneğini Never Rarely Sometimes Always‘de gördüğümüz bir soğukkanlı-ama-çarpıcı gerçekçilik anı yaşatıyor. Fakat filmin bu sahnesi dışında Jane’in karşısında somut bir ‘patronun’ olmaması, filmin yaratabileceği (ve fragmanında yaratmayı vaat ettiği) karşılıklı gerginliği tek taraflı bir gerilime indirgeyerek gücünü yeterince gösteremiyor, sesini yeterince çıkaramıyor. The Assistant‘ın #MeToo sonrası Hollywood’u için sesi yeterli yükseklikte çıkmayan, elini biraz korkak alıştıran bir film olduğunu düşünmek mümkün, fakat bir yandan da bu çekingenlik ve alçak ses, düzeni kökten değiştirmenin halen güç olduğunun bir metaforu olarak görülebilir. Yaptıkları ortaya çıkan ve kariyerleri sona eren ‘büyük çarkların’ birkaç çürük elma olduğunu, yıllarca olanları bilmelerine rağmen sessiz kalmış erkek ya da kadın ‘küçük çarkların’ #MeToo sonrasında artık cesurca ve dürüstçe hareket edebildiğini düşünmek, düpedüz aptallık olur çünkü.
The Assistant‘ın başrolünde, yıldızı gittikçe yükselen Julia Garner‘ı izliyoruz. Dizinin geçtiğimiz yılki ikinci sezonunda, Ozark’taki rolüyle En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu kategorisinde Primetime Emmy ödülüyle buluşan genç oyuncu, neredeyse tamamında kadrajda olduğu filmin üstesinden başarıyla geliyor. Tamamı benzer, tekrarlayan, gündelik eylemlerden ibaret rolüne rağmen, karakterinin bu rutin eylemleri gerçekleştirirkenki psikolojisini oyunculuk yeteneği ve kendine özgü nüanslarla ilginçleştiriyor. Televizyondaki başarısının ardından onu sinemada daha fazla görmek için sabırsızlanıyorum.
IMDb Puanı: 6.1/10
İlginizi çekebilir: Hollywood’da Kadın Filmleri
İlk yorumu siz yazın!