İlk yorumu siz yazın!
The Burnt Orange Heresy: Göz Alıcı Bir Sanat-Gerilim Filmi
2019 senesinde çıkıp, pandeminin kurbanı olan filmlerden bir diğeri de The Burnt Orange Heresy olsa gerek. Çıktığı zaman ilgili çevreler haricinde pek ses getirmeyen ve hatta reklamı bile yapılmayan film, sonunda elime geçti ve bu kadar beklemenin üzerine bile beni baştan çıkaran bir film oldu. Biraz filmin detaylarına girip, sizleri de bu filme davet etmek istiyorum. Başlayalım mı?
The Burnt Orange Heresy Filmine Detaylı Bir Bakış
Başrollerini Danimarkalı oyuncu Claes Bang (The Square, The Girl in the Spider’s Web) ve Fransız oyuncu Elizabeth Debicki‘nin (Tenet, Widows) paylaştığı The Burnt Orange Heresy’ye Mick Jagger ve Donald Sutherland eşlik ediyor. Charles Willeford‘un romanından uyarlanan filmi kaleme Scott B. Smith alıyor ve Guiseppe Capotondi kendi gözünden önümüze sunuyor. (Editör Notu: Yazının bu bölümünden sonrası spoiler içermektedir. Dilerseniz filmi izledikten sonra geri dönebilirsiniz.)
Filmin Konusu
Hikaye, Bang’in canlandırdığı James Figueras karakterinin verdiği bir seminerde başlıyor. Bu seminerde Figueras katılımcılara sanat eseri kadar sanatı yorumlayan eleştirmenin öneminin ne kadar büyük olduğunu anlatıyor. Bunu anlatmak için de aslında kendi yarattığı bir tabloyu ince detaylarla sanki ünlü bir ressam çizmiş gibi anlatıyor. Katılımcıların tamamen ona inandığını fark ettiğinde ise gerçeği gün yüzüne çıkarıyor. Daha en başından izleyiciye filmde sahtekarlıkla ilgili bir tema işleneceğini de Capotondi bize söylemiş oluyor.
Filmin ilerleyen zamanlarında Figueras, verdiği seminerde tanıştığı Berenice Hollis ile beraber ünlü bir sanat koleksiyoncusu olan Joseph Cassidy‘nin Como Gölü’ndeki malikanesine yol alıyor. Orada Bay Cassidy, Figueras’a hayır diyemeceği bir teklifte bulunup, senelerdir röportaj vermeyen ünlü ressam Jerome Debney (Donald Sutherland) ile bir röportaj imkanı sunuyor ve karşılığında da onun bir eserini çalıp kendisine temin etmesini istiyor. Hayır derse de, Figueras’ın zamanında yaptığı bir sahtekarlığı ifşa edeceğini söylüyor. Mesleğine sapkınca bir tutkuyla bağlı olan Figueras da bu teklifi kabul ediyor.
Asıl olay, Debney’nin evine gelince başlıyor. Gördüğümüz ilk andan beri eksantrik bir karakter olan Debney, karakter olarak Figueras’ın tam zıttı. Debney daha düşünceli, daha duygusal, daha sakin, oysaki Figueras daha hesapçı, analitik ve sadece zirveye çıkmakla ilgileniyor. Diğer bir yandan Debney zirveyi görüp ondan uzaklaşmak isteyen biri olduğundan bu da Figueras’a çok ağır geliyor. Sanki onun istediği her şeyi birisi Debney’e vermiş de Debney nankörlük ediyormuş gibi.
Filmin zirve noktaya ulaştığı anda, Debney çok değerli atölyesine Figueras ve Berenice’i davet ediyor ama bulduğu manzara, Figueras’ın kanını donduruyor. Jerome Debney’nin var olan nihai tablolarının hepsi bembeyaz. Ve bunlar, Debney’nin varolan tek eserleri çünkü hayatında yaptığı diğer tüm eserler, Paris’teki atölyesinde çıkan esrarengiz bir yangın sonucu kül olmuş. Meğer Debney, nihilist bir akım başlığıyla film eleştirmenlerine ve dünyaya bir tepki olarak boyasız resim yapmaya başlamış. Eserlerinin sürekli olduğundan başka yere çekilmesinden bıkan ressam, kendine böyle bir çözümle kurtuluş kapısını açmış. Bunu görünce hem tüm planları yıkılan, hem de nankörlüğü daha çok gözüne batan Figueras, odada kalamıyor ve kendini bahçeye atıyor.
İtalyan Tarzı Neo-Noir
Eğer ki filmdeki kan ve vahşet ögeleri daha göze batan ve yoğun bir şekilde bulunsaydı, bunu tam bir neo-noir sayabilirdik. Bunun haricinde filmin tonu, soğukluğu, ana karakterin sosyopati ile psikopati arasında vals yapması ve çok da femme fatale olmayan bir femme fatale ile türüne çok iyi bir örnek teşkil ediyor. Architectural Digest dergisinin yaptığı bu tanımlamayı çok sevmemin bir diğer sebebi, aslında neo-noir’in çok ham ve sert hatlı bir tür olmasına karşın, filmin dengesi olan elegant sanat görsellerinin hakikaten de bir İtalyan zarafetini yansıtması…
Filmdeki Ton ve Temalar
Bu filmle ilgili bir yazı yazarken tonu ve temasından bahsetmemek ayıp olurdu doğrusu. Bana kalırsa filmin en can alıcı özelliği, tamamen sanat eserleri üzerinden bir görsel dil kullanılması. Öncelikle, baş karakterimiz Figueras, zamanında yeteneği olmadığı söylendiğinden dolayı sanat yorumlamaya yönelen, kibirli ve cazibeli bir sanat eleştirmeni. İçinde yaşadığı dünya çokça snob ve sürekli gerçek ve sahte, anlamlı ve anlamsız ikilemleri üzerinde dönen bir yer. En iyi olanın bunları çok iyi sattığı ve başkalarının üzerinden geçerek yükseldiği, en büyük alıcıların da aynı bu şekilde iş yapan büyük iş insanlarının bulunduğu bir dünya.
Böyle bir dünyada soğuk renkler kullanmak ve neredeyse hiç güneş görmeyen Como Gölü’ndeki bir evde çekim yapmak, olabilecek en iyi seçenek olsa gerek. Bunun yanı sıra, bahsi geçen film için kurgulanmış sanat eserlerinin hepsi modern tarzda. Böyle olduğu için de evin içerisindeki mobilyaların hepsinin tonları nötr seçilmiş ki sadece duvardaki eserler odanın tonunu belirlesin. Bu ince seçim bile filmin kalitesini inanılmaz bir düzeyde arttırıyor.
Film bize sahtekarlığın tonlarını tanıtıyor bir yandan. Figueras’ın önceden yaptığı sahtekarlıkla başlıyoruz, Joe Cassidy’nin evindeki bir eseri sahtekarlık üzerine temin etmesiyle ilerliyoruz, Debney’nin kendi evini ve eserlerini yakıp tüm dünyayı aksine inandırmasıyla sallanıyoruz, son olarak da en vurucu darbeyi boş tablosunu çalıp üzerine kendine göre çizen ve Debney’ninmiş gibi sergileten Figueras’la kapatıyoruz. Buradaki en vurucu darbenin Figueras’ın böyle bir sahtekarlık yaptığı gerçeği olmasını beklerken, filmin sonunda Cassidy geliyor ve bunun gerçek olmadığını bildiğini ima ediyor. İşte şimdi her şey değişiyor diye düşünürken görüyoruz ki bu gerçek Cassidy’nin zerre umrunda değil. Tek gerçek, Cassidy’nin Dünya’daki tek Debney tablosuna sahip olduğu düşüncesinin değeri. Günün sonunda kim kimi neye inandırabiliyorsa, o hakikati şekillendiriyor.
Filme Dair Yorumum
Öncelikle filmin aldığı en büyük eleştiri, kadının sadece bir obje olarak kullanılması olabilir. Berenice Hollis karakteri filmin büyük bir çoğunluğunda adeta bir konu mankeni gibi James Figueras’ı takip ediyor. Onun geçmişiyle ilgili pek az şey biliyoruz ve bu da onunla bağ kurmamızın önüne geçiyor. Diğer bir taraftan, yazar ve yönetmen adeta bizi Figueras’ın kafasının içine de almak istiyor gibi bir izlenim bırakıyor ve eğer böyleyse de, o zaman Berenice’e karşı Figueras’ın mesafesini bize taşımak için de böyle bir gizem bırakmış olabilir. Bir diğer yandan, yönetmen her ne kadar ton olarak soğukluk, mesafe, sahtekarlık temalarına hissettirse de, zaman zaman tercih ettiği kadrajlar benim için pek bir şey ifade etmedi. Bazı yakın plan obje çekimlerini dikkat dağıtıcı buldum ve filmin cazibesinden beni yer yer uzağa sürüklediğini hissettim.
Tabii ki sanat tarihine dair filmin bir iddiası yok ama meraklısı için bu dünyanın nasıl olduğuna dair küçük bir gösterim gibi olduğunu söylemeden geçmeyelim. Çok uygun bir kast seçimi, senaryoyla füzyonlaşmış mekan ve sanat yönetimiyle, zaman zaman sendelese de filmin temasını her dakikasında taşıyan yönetmeniyle The Burnt Orange Heresy benim için neo-noir türünde kült filmler listesinde yerini aldı. Bunu izler ve bu tatmini verecek film ararsanız, Tom Ford’un Nocturnal Animals filmini tavsiye ederim.
Kapak Fotoğrafı: newyorker.com
İlginizi Çekebilir: Melike Büşra’dan İtalyan Filmleri
Film izlenmeye listeye alındı,teşekkürler 🙂