İlk yorumu siz yazın!
The Hand of God: Napoli'de Büyümek Üzerine Bir Film
Paolo Sorrentino’nun, 1980’ler, futbol, Maradona ve Napoli’de büyümek ile ilgili olan otobiyografik filmi The Hand of God, bir süre önce Netflix’te izleyiciyle buluştu. Son yıllarda İtalyan sineması deyince akla gelen yönetmenlerin başında yer alan Paolo Sorrentino ile sinemaya başlangıç tarihini düşününce; benim tanışmam biraz geç olmuştu. Sean Penn’in büyüsüne kapılarak, 2011 yapımı This Must Be Place’i izlediğimde; Sorrentino, The Great Beauty ile yabancı film dalında Oscar’ını kazanmıştı bile. Sorrento ile tanışmam ve imzası olan işleri takip etmem de böylece başlamış oldu.
İtalyan sinemasının naif ve tanıdık enerjisi Sorrentino’nun farklı bir o kadar da samimi anlatımı pek çok sinemasever gibi beni de kendine çekti. Kendi hayat hikayesinden yola çıkarak, son olarak bizlerle buluşturduğu The Hand of God ise Sorrentino ve Napoli severleri mutlaka kendine çekecektir. Zira 1980’ler, İtalya’nın en kendine has şehirlerinden biri olan Napoli’deyiz. Maradona’nın hem ilahi hem de dünyevi olarak nitelendirildiği, tutku dolu bir şehir olan Napoli!
Editör Notu: Yazının devamında filme dair spoiler bulunabilir. Dilerseniz filmi izledikten sonra bu yazıya dönebilirsiniz.
Film, Maradona hayranı olan ve hayatına yön vermeye/büyümeye çalışan Fabietto (Filippo Scotti) ve onun gürültülü, eğlenceli ve samimi ailesinin hikayesini anlatıyor. Şaka yapmaktan hoşlanan, portakallarla muhteşem jonglörlük yapan annesi (Teresa Saponangelo), uzun yıllardır eşinin bilmesine rağmen farklı bir kadınla ilişkisini devam ettiren babası (Toni Servillo), filmin sonuna kadar tanışamadığımız sadece ismen var olan ablası ve oyunculuk hayalleri kuran, Fellini’nin filmlerinin seçmelerinde gördüğümüz özgür ruhlu abisi (Marlon Jaupert)… Aslında pek çokları için tanıdık, belki de bu yüzden samimi bir aile profili.
Keyifli bir aile hikayesi olarak başlayan film, ortalarına doğru şekil değiştirerek farklı bir tondan seslenmeye başlıyor bize. Hikayenin ortasında, Fabietto bir trajedi yaşıyor; film de tam olarak bu nokta ile birlikte bir kırılma anına tanıklık ettiriyor bizleri. Bu derin trajedi ile Fabietto’nun başa çıkma şekli, yaşlı bir komşunun Fabietto’nun yaşadığı bu travmanın ortasında ona açtığı bir kapı ve bu sahnenin çok zarif bir şekilde işlenmesi, Sorrentino’nun sinema ile nasıl tanıştığını bizlere anlatan Ciro Capano’lu sahne gibi… Pek çok detayla birlikte, çok güzel yansıtılan bir kayıp hikayesi ile baş başa kalıyoruz. Filmdeki bu değişim, bizi tıpkı hayatta olduğu gibi karşılıyor; salt bir hüzünle değil; hüznün içindeki umutla! Açıkçası anlatmak istediğim o kadar küçük detay var ki filme dair, “aynı hayat gibi işte” dedirtiyor insana.
Tabii bir de bunların içinde, hatta tam da merkezinde futbol var. Arjantinli Diego Maradona’nın Napoli ile anlaşması, hem Fabietto’nun hem de muhtemelen Sorrentino’nun hayatına yön vermesinde en önemli olay. Sorrentino sinemasında hissettiğim o mucizevi his, otobiyografik olan bu hikayede de tabii ki karşımızda. Yönetmenin önceki filmlerine aşina olanlar bilir; öyle değil midir? Paolo Sorrrentino’nun dünyasında, Tanrı gizemli bir şekilde varlığını gösterir ve mucizeler hep vardır. Tıpkı hayatın ta kendisi gibi…
Sorrentino, filmin ardından yaptığı açıklamalarda, Napoli ve hikaye anlatımı için şunları diyor; “Gerçeklik bir hikayenin başlangıç noktasıdır. Yeniden şekil vermek gerek. Napoli’de anılara şekil vermenin eğlenceli bir yolu var. Burada aldığım bir şey… Hikaye anlatmak istiyorsan, burada yaşamak oldukça faydalı.” Bize böyle içten hikayeler sunan Sorrentino’nun, bu sözlerinden sonra Napoli’yi daha çok merak etmemek mümkün değil elbet. Belki bunları çocukluğunun geçtiği bu şehrin büyüsünden söylüyor, ya da belki de gerçekten Napoli’de olan bir keramet var kim bilir…
Tüm otobiyografik filmlerde olduğu gibi, sanırım izlerken hissedilen o zevkin bir kısmı aslında gerçekte tam olarak ne olduğunu merak etmek. Filmi izledikten sonra kendi kendime sürekli sordum; Sorrentino’nun hikayelerinde anne babasını kaybetmesi nasıl bir etki yarattı? Şimdiye kadar filmlerinde hissettiğimiz tüm stilizasyonlar, kendine has üslupla ortaya koyduğu hicivler, aslında hayatında yaşadığı bu kayıptan bir kaçış mıydı acaba? Film bittikten sonra, filmi anlattığı kısa röportajda sahnelerin geçtiği o sokaklardan geçerken Sorrentino’nun bize yansıttığı hisleri, bu sorularıma cevap veriyor gibi. Belki de gerçekte ne olduğu merak etme halim ve bir kaybın insanda nasıl derin yaralar açacağını bilmemden kaynaklı olarak; The Hand of God’dan bahsetmek bile bende buruk bir gülümseme bırakıyor.
Fabietto filmde, sinemaya olan ilgisini şu sözlerle anlatıyor. “Daha önce sahip olduğum gibi hayali bir hayat istiyorum!” Anne babasının ölümünün ardından, artık ulaşamayacağını düşündüğü o mutluluğa sinema ile kavuşmak istiyor. Her ne kadar, hayat da sinema da böyle işlemese de; anlaşılan o ki Sorrentino hayatımıza bu hislerle giriyor.
Filme dair hikayelerin kopuk olduğunu, Sorrentino’nun hikayeleri ve karakterleri bir araya getirmeden, dağınık bir anlatımla filmi izleyiciye sunduğunu anlatan eleştiriler okudum. Sonrasında düşününce hak da verdim hatta, ama izlerken ve filmin ardından hiç o boşluğu hissetmediğimi; sahnelerin arasında oluşan boşlukları zihnimle ve hayal dünyamla çoktan doldurduğumu fark ettim. Belki de bu yüzden çok sevdim bu filmi ve bu nedenle filmin soundtrackleri arasında yer alan Sol Gabetta dinleyerek tıpkı filmde olduğu gibi, kopuk gibi görünen paragraflarımı bir kağıda döktüm.
Sinemayı hayallerinin en üst noktasına koyan ve sonrasında büyülü bulduğu beyaz perdenin muhteşem bir kaçış olduğunu keşfeden biri olarak; bu film kesinlikle o kurduğum çocukluk hayallerimi özlemle hatırlamama sebep oldu. Film, İtalya’nın samimi ve Sorrentino’nun deyimiyle hikaye anlattıran şehri Napoli için bile izlenir… Şimdiden iyi seyirler…
Kapak Fotoğrafı: Gianni Fıortıo
İlginizi çekebilir: Sine Magger’dan Netflix’te Bu Ay Neler Var
Tam da bir sonraki yazımda mı yoksa ondan sonra mı filmin eleştirisini yazayım diye düşünürken sizin yazınızı okudum. Biraz geç kalmışım açıkcası 🙂 Sorrentino benim şu anda yaşayan yönetmenler içinde en sevdiğim ve takip ettiğim bir kaç yönetmenden biri. Filmlerini birkaç kere seyrettim. Bu film bence Sorrentino sinematografisinin zayıf filmlerinden biri ama en zayıfı değil. (Yine bence Berlusconi'yi anlattığı Loro açık ara en kötü filmidir). Loro ve sizin yazınızda da bahsettiğiniz This must be the place'den ise daha iyi buldum. Bu yazıyı okuyunca da toplu bir Sorrentino değerlendirmesi yazmak kaçınılmaz oldu. Elinize sağlık..