Başrolünde Ryan Gosling’in oynadığı “The Lars And The Real Girl”, çocukluğunda yaşadığı bazı travmalar sebebiyle yüksek seviyede sosyal anksiyeteye sahip olan Lars’ın hayatına odaklanıyor. İnsanlarla zorunda olmadıkça iletişim kurmayan Lars bir gün internetten seks oyuncağı olarak satılan standart insan ölçülerinde olan bir kadın figürü sipariş ediyor ve macera tam olarak burada başlıyor.

The Lars and The Real Girl
The Lars and The Real Girl | Fotoğraf: kpbs.org

Her ne kadar normal bir hayat sürdürüyor gibi görünse de – full-time iş sahibi olmak, düzenli bir şekilde kiliseye gitmek gibi- bütün bunların altında insanlarla iletişim kurmakta zorlanan ve bundan kaçan bir adam görüyoruz. Aslında bu noktanın çok önemli olduğunu düşünüyorum. Çünkü belli standartları sağlayan insanların işaretler içeren kimi davranışlarını bilinçsizce olsa da göz ardı edebiliyoruz. Öyle ki belki de her gün gördüğümüz bir insanın kırılma noktasına ulaşana kadar bir sorunu olduğunun bile farkında olmayabiliyoruz. Neyse ki günümüzde mental sağlıkla alakalı farkındalık seviyesi eskiye nazaran çok daha iyi bir seviyeye erişti ki bu bir parça insanın yüreğine su serpiyor.

Baş karakterimiz Lars, bir gün plastik bebeği Bianca ile abisi Gus ve eşi Karin’in kapısını çalıyor. Bu durumun karşısında hayretler içinde kalan Gus ve Karin, Lars’ın psikolojik yardıma ihtiyacı olduğuna kanaat getirip onu Doktor Dagmar’a götürüyorlar. Dagmar’ın teşhisi Lars’ın bir sanrıya kapıldığı yönünde oluyor. Son derece zeki bir kadın olan Dagmar Lars’ı Bianca’nın haftalık tedaviye ihtiyacı olan bir hastalığa sahip olduğuna inandırarak her hafta kendisiyle seanslar yapmaya başlıyor.

The Lars and The Real Girl
The Lars and The Real Girl | Fotoğraf: Pinterest

Dagmar’ın ilk muayenesinden sonra Gus ve Karin ile yaptığı konuşma aslında filmi tek cümlede özetliyor: “Bizim mental hastalık olarak tanımladığımız şey aslında her zaman yalnızca bir hastalık olmak zorunda değil, aynı zamanda bir iletişim yöntemi ya da bir sorunla baş etme yolu da olabilir“, diyor Dagmar. Bu doğrultuda Dagmar’ın önerisi, Lars’ın sanrısına uyarak bu oyunu devam ettirmek oluyor. Bunun üzerine Gus ve Karin, Lars ve kendi çevresindeki kasaba halkıyla konuşarak durumu anlatıyor ve bu gerçekliğin kırılmamasını istiyorlar.

İlerleyen sahnelerde iç ısıtan bir birlik hali izliyoruz. Bu yönden film bana Hollywood’un 90’lardaki klasiklerinin havasını anımsatıyor. Lars’ı gerçekten seven kasaba halkı Bianca’yı adeta gerçek bir insanmış gibi bağırlarına basıyor ve her şey normalmiş gibi bütün toplu etkinliklere  Bianca’yı davet ediyor hatta onunla iletişim kuruyorlar. Lars, Bianca yoluyla etrafına ısınmaya başlıyor ve biz de Lars’ın kişiliğine daha yakından bakma olanağı yakalıyoruz. Bianca tam da Dagmar’ın ifade ettiği gibi bir iletişim kanalına dönüşüyor. Öyle ki adeta etrafındaki insanlarla Lars arasında bir köprü oluşturuyor. (Editör Notu: Yazının devam eden bölümlerinde spoiler bulunabilir. Dilerseniz filmi izledikte sonra bu yazıya tekrar dönebilirsiniz.)

 Seanslar devam ederken, Lars’ın geçmişine ve yaşadığı travmaların şu anki etkilerinin büyüklüğüne dair daha çok şey öğreniyoruz. Lars’ı doğururken vefat eden annesi sebebiyle zorlu başlayan çocukluk süreci, babasının annesinin vefatından dolayı girdiği depresyondan yıllarca çıkamaması ve olanlar yüzünden sessizce Lars’ı suçlar tavırda olması sebebiyle gün be gün derinleşen bir yalnızlıkla yetişkinliğine taşınıyor. Abisi Gus’ın da -bir sahnede kendi kendine itiraf ediyor- bu ortamdan bir an önce çıkabilmek için evden erken ayrılması da durumu körüklüyor. Bu bakış açısıyla baktığımızda Bianca aslında hepimizin çocukken sahip olduğu, yalnızlığımızı dindiren, kendimize göre karakterini şekillendirdiğimiz, bize arkadaşlık eden bir oyuncak bebek veya peluş bir ayı olabilir.

The Lars and The Real Girl
The Lars and The Real Girl | Fotoğraf: Vudu

Bir seans içinde Lars, insanların ona dokunmasından hoşlanmadığını ve bunun ona soğuktan teninin yanmasıyla eş değer bir acı verdiğini söylüyor. Dagmar ise bunun üzerine çalışmaları gerektiğine karar veriyor ve denemeye başlıyorlar. İlerleyen sahnelerde Lars, uzun zamandır kendisine ilgi duyan Margo ile tokalaşıyor. Buradan da Lars’ın sürecinin ne kadar olumlu ilerlediğini görebiliyoruz.

Filmin sonuna yaklaşırken Lars’ın gerçeklikle olan bağının güçlenirken Bianca ile olan bağının zayıfladığına şahit oluyoruz. Bianca, Lars’ın hayatında çok önemli bir yere sahip olmakla beraber artık vedalaşması gereken birine dönüşüyor. İş yerinde bu zamana kadar görmezden geldiği Margo’ya karşı olan hislerinin yavaş yavaş açığa çıkmasıyla Lars’ın gerçek yaşama geçme süreci başlamış oluyor. 

the-lars-and-the-real-girl
Ryan Gosling (Lars) | Fotoğraf: Pinterest

Bianca’nın Lars’ın hayatındaki temsili ve Lars’ın Bianca’yı akla uygun bahanelerle içselleştirme hali filmde o kadar güzel verilmiş ki mental sorunlara sahip olan insanların kendini ihtiyaç duyduğu şeyler ile ilgili ne derece manipüle edebildiklerine tanık oluyoruz. Hatta belki de stres altında olduğumuz anlarda sırf o anlardan kısa süre için olsa da kaçabilmek ya da kendimizce bir çözüm üretebilmek için bu manipülasyonun çok daha minimal versiyonlarına başvurduğumuzu filmi izlerken fark edebiliyoruz.

Ryan Gosling’in diğer rollerinden fazlasıyla ayrışan ve büyük bir yetenekle sergilediği oyunculuğuyla tadından yenmeyen, güzel mesajlarla bezeli bir film bu. Patricia Clarkson’ın ve Emily Mortimer’in muazzam performanslarıyla daha da samimi bir hava yakalayan bu filmi sizde de bir farkındalık oluşturmasını umarak tavsiye ediyorum.

Kapak Fotoğrafı: Pinterest

İlginizi çekebilir: Ezgi Cenk’ten Piano Teacher