Dördüncü Duvar Yerle Bir: The Laundromat
2019 bitmeden birçok iddialı filmi karşımıza çıkaracak olan Netflix’in 18 Ekim’de yayınladığı, Steven Soderbergh imzalı finans komedisi The Laundromat, Meryl Streep, Gary Oldman ve Antonio Banderas gibi isimlerle dolu kadrosuna rağmen ucuz bir The Big Short taklidi olmanın ötesine geçemiyor.
Netflix’in, 2019-2020 ödül sezonu için elinde tuttuğu ve Oscar yarışında iddialı olacağı öngörülen yapımları önce festivallerde izleyici karşısına çıkıyor, ardından da ekranlarımıza konuk oluyor demek isterdim fakat The Laundromat‘ın onlardan biri olmadığını olabilecek en acı şekilde anlamış olmanın şoku içerisindeyim. Üstelik ne kadar ödül kokan bir filmdi değil mi: Meryl Streep, Gary Oldman, Antonio Banderas, Sharon Stone ve daha nicesi… Yönetmen koltuğunda çağımızın en üretken isimlerinden, Oscar ödüllü Steven Soderbergh ve konu birkaç yıl önce haber bültenleri, gazeteler ve dünyanın dört bir yanındaki zenginlerin telefonlarını bir hayli meşgul eden Panama Papers skandalı. Fakat ne yazık ki The Laundromat, dördüncü duvarı yıkma sevdasını abartarak izleyicinin üzerine buldozerle gelen, tepsiye koyduğu ciddi bir konuyu komedi sosuyla servis etmek isterken karikatüre dönüştüren bir tren enkazı. Bir ihtimal, beklentilerinizi tüm bu oyuncu kadrosu, yaratıcı ekip ve size verilen vaatlere rağmen sıfıra indirerek izlerseniz, eğlenceli ve hafif bir Netflix filmi izliyormuş hissine kapılabilir, biraz gülüp eğlenebilirsiniz.
2015 yılında, daha önce sadece yıllarını verdiği SNL’in ruhunu devam ettiren komediler yönetmiş olan Adam McKay, The Big Short filmiyle çıkageldiğinde herkesi şaşkına çevirmişti. Film, teknik detayları birçoğumuz için fazla karmaşık olan, 2008’in mortgage krizini harikulade bir kurgu ve bol oyuncaklı bir senaryoyla ele alıyor, dördüncü duvarı yıkarak izleyicisine finans ve ekonomi dersleri veren molalarıyla neredeyse interaktif bir kahkaha deneyimine dönüşüyordu. Son 30 yıla Out of Sight‘tan Erin Brockovich ve Traffic‘e, “Ocean’s” serisinden The Informant! ve Magic Mike‘a farklı türlerde ama daima dinamik ve izlemesi zevkli filmler sığdırmış Oscar ödüllü yönetmen Steven Soderbergh de benzer bir fikirle yola çıkıyor The Laundromat için kolları sıvarken, belli. (Hatta o kadar belli ki, filmin IMDb sayfasındaki tanıtım metni The Big Short-vari diye başlıyor!) 2015’te 200 bini aşkın denizaşırı hesap ve paravan şirkete dair bilgileri açığa çıkaran e-maillerin sızmasıyla patlak veren Panama Papers skandalı, tıpkı 2008’in Mortgage krizi gibi herkesin konuştuğu, herkesin doğrudan ya da dolaylı yoldan etkilendiği fakat kimsenin anlamadığı bir konuydu çünkü. Ortada yine tamamen yasal olan açıklardan faydalanan kurnaz takım elbiseliler, onların kurnazlığından kâr eden zenginler ve her şeyini kaybeden sıradan insanlar vardı.
Soderbergh‘in daha önce defalarca çalıştığı, bu yıl ayrıca kendi filmi The Report‘u da yapan Scott Z. Burns‘e emanet ettiği senaryo, merkezine skandalın kilit avukatlık bürosu Mossack Fonseca‘nın avukatlarını alıyor. Rüyanızda yan yana olduklarını görseniz inanmakta zorlanacağınız Gary Oldman ve Antonio Banderas‘ın canlandırdığı iki avukat, film boyunca doğrudan gözlerimizin içine bakarak, zengin olmanın ve züğürt yolmanın sırlarını anlatıyor. Fakat bir yandan da hikâyenin bir parçası olarak kendi sıraları geldiğinde izleyiciyle göz temasından kaçınıyorlar. Yetmiyor, diğer karakterlerin hikâyelerine birer figüran oluyor, onların geçtiği mekanlarda birer hayalete dönüşüyorlar. Evet, bu skandal doğrudan, dolaylı ya da oldukça dolaylı hepimizin hayatına dokunmuş, bu iki avukat dolaylı yoldan dünya üzerindeki milyonlarca kişinin hayatından bir hayalet gibi geçmiş olabilir ama filmde bu kadar fazla işlevi olan iki karakteri izlemek bir noktadan sonra dayanılmaz derecede yorucu hale geliyor. Sinir bozucu mimikleri, zorlama aksanları ve yüksek sesli kahkahalarıyla, tek yapmaları gereken dördüncü duvarı yıkıp bize komedi soslu bir finans dersi vermekken, pazar sabahı yatağımızdan fırlamamıza neden olan bir inşaat gürültüsü gibi hayatımıza girip, bir yere varmasını beklediğimiz ama varmayan hikâyeler anlatıyorlar.
Olay örgüsündeki işlevlerinin ne olduğunu, neden halihazırda bu kadar kalabalık ve gürültülü olan bir filmde daha fazla kalabalık ve daha fazla gürültü yarattıklarını anlayamadığımız karakterler ve yan hikâyelerin arasında, Meryl Streep‘in canlandırdığı Ellen Martin karakteri ve onun hikâyesi, bir noktaya kadar filmin yere en sağlam basan yanı oluyor. Fakat Meryl Streep‘in çabalarına rağmen, Ellen’ın Panama’dan dönüşüyle o sağlam zeminin de miadı doluyor. Meryl Streep ve karakteri iki avukattan farksız bir varlığa dönüşüyor The Laundromat‘ın kaosunun içinde. Dördüncü duvarı yıkmanın abartılı bir şölene dönüştüğü filmde, o da geçiyor buldozerin direksiyonuna… Bir buçuk saat sonunda, zengin olmanın sırlarını vereceğini vaat eden iki avukatın anlattıklarından hiçbir şey kalmıyor geriye. Belki de zengin olmayalım istiyorlardır diye düşünüyor insan, o yüzdendir bunca kafa karışlıklığı…
18 Ekim‘de yayınlanan The Laundromat‘ın ardından Netflix’in bu sezon iddialı yapımlarını birer birer izleme fırsatı bulacağız: Dolemite Is My Name (25 Ekim), The King (1 Kasım), The Irishman (27 Kasım), Marriage Story (6 Aralık) ve The Two Popes (20 Aralık).
IMDb: 6.3/10
İlk yorumu siz yazın!