İlk yorumu siz yazın!
The Menu: Zenginler ve ‘Eşsiz’ Deneyimleri
Ancak bir grup seçilmiş zenginin deneyimleyebileceği bir fine dining macerasını ele alan The Menu, bir tutam gerilim bolca komedi diyerek oldukça keyifli bir seyirlik ortaya koyuyor. Tek mekana yoğunlaşan atmosferi, düşmeyen temposu ve usta işi oyunculuklarıyla iki saate yakın süresini dolu dolu kullanıyor film. Ralph Fiennes’in şef, Anya Taylor-Joy ve Nicholas Hoult’un da uyumsuz bir çift olarak karşımıza çıktığı filmde, Succession’ın da yönetmenliğini yapan Mark Mylod kendine has bir absürd gerilim inşa edip seyirciyi avcunun içine alıyor. Vizyondayken izlemek isteyenlerin pişman olmayacağına eminim.
Çeşitli mecralarda bir korku filmi olarak geçen filmin bu etiketi biraz yanıltıcı. Zira yoğunlukla komedi unsurlarından oluşan, gerilimi de hiç azaltmadan seyircisini diri tutan bir hali var. Yemeklerden iyi anlayan, aklı bir karış havada, her yaşadığı anı deneyime dönüştürme çabasında olan ve etrafında dönen olayların ciddiyetini kavrayamayan Tyler ile daha ‘halktan’ bir profil olan, realist ve dobra yaklaşımlarıyla partneriyle alakasız bir profil çizen Margot çiftinin başı çektiği bir hikaye bu. Çevrelerinde bir sürü karakter var ama hepsi filmin eğlencesine ve gerilimine hizmet etmek amacıyla mevcut. Bizi bu ikili dışında tek alakadar eden diğer ana karakter ise şef Slowik. Ruh hastası hareketleriyle, filmde yaşanacak tüm sıkıntıların sebebinin kendisinin olacağını daha en baştan çekinmeden belli eden Slowik, hikaye ilerledikçe devleşiyor, gözlerinizi alamayacağınız hale geliyor…
Yazının devamı spoiler içermektedir.
Bir diğer ruh hastası Elsa tarafından ufak bir yürüyüşle restorana götürülen misafirlerimizdeki alıklık seviyesi kendini ilk anlarda belli ediyor. Sadece Margot karakteriyle bağ kurabiliyor benim gibi bir sıradan izleyici. Tyler ise müthiş derecede karikatürize hareketlerini rolüne yedirmeyi başarabilmiş, şef “Git kendini şurada as öldür” dese öldürecek olan karaktersiz bir gurme… Şef Slowik’in bu Tyler zırtapozuna karşı olan ‘Allahım sen bana sabır ver’ tutumu beni baya güldürdü filmin ilk yarısında. Kızın orada olmasından duyduğu huzursuzluğu ise anlamakta zorlandık tabi. Fakat meselenin gizeminin çözüldüğü anlarda durup içimden bunca tantanaya değer miydi sorusunu sormak geçti, gelgelelim o ana kadar yaşanan müşteri parmağı kesme ve çalışanının kafasına sıkmalı şovlarını vs. düşününce gereksiz yere mantık aramanın makul olmayacağını düşündüm…
Hem lüks restorancılık sektörüne hem de bu sektöre para kazandıran kitleye soft eleştiriler getiren yönetmen Mylod, bu eleştirilerin filmin eğlencesine zeval getirmediğine emin olarak hareket etmiş çok belli. Margot’nun restoranın pasif agresif fedaisi Elsa’yı şişledikten sonra gidip yardım çağırması ve sonrasında olay yerine intikal eden sahte sahil güvenlik sekansı favorim oldu. Çaresizlik hissiyatını en yoğun hissettiren o andı belki. Tabii o süreçte şefin eski hamburgercideki fotoğrafını görmesi ile sistemde bir bug bulduğunu keşfeden Margot’nun yaşadığı aydınlanma sahnesi enteresan bir çözüm süreci yarattı. Şefe cheeseburger siparişi verdikten sonra o birkaç dakikalık hazırlık süreci ise beni felaket derecede acıktırdı, sinema perdesinde gördüğüm en iştah açıcı yemeklerden biriydi zira…
Yönetmenimizin finale doğru akılsız ana karakterini intihar ettirip, ‘bizden’ olan karakterinin o keşmekeşten kurtarması da son bir mesaj. Filmle ilgili en eleştirebileceğim nokta restoranda çalışan şeflerin neden bizim ruh hastası şef kadar motive olduklarını anlatamıyor olması. Halbuki o konuyu da mantık çerçevesinde bir yere bağlamak zorunda değildi, saçma bir sebeple bağlantı kursa da bir şekilde buna ikna olurduk…
Sonuç olarak, umarım bu türe ait filmleri sinema salonlarında izlemeye devam edebiliriz. Sevgiler.
İlginizi çekebilir: theMagger.com’da Netflix Film Önerileri
Yazınızı görmesem fark etmeyeceğim bir filmdi. Dün izleyebildim ve tek kelimeyle bayıldım; teşekkürler