The Platform / El hoyo: Kapitalizm Sofrası
Dağıtımcılığını birçok ülkede Netflix’in üstlendiği İspanya yapımı El hoyo / The Platform, düşey bir hapishanenin kapitalist düzeni temsil ettiği, minimal bir distopya filmi. The Platform, özellikle içinde bulunduğumuz bu kriz günlerinde, herkesin kurtuluşu için tek yolun herkesin fedakarlığı olduğunu hatırlatıyor.
2018 verilerine göre dünya nüfusunun %1’lik kesimi küresel servetin %82’sini elinde bulunduruyor. Yine aynı yılın verilerine göre dünya nüfusunun %11’i açlık çekerken (Afrika’da bu oran %20’lerin üzerinde), her yıl üretilen gıdanın yaklaşık üçte biri israf ediliyor. Tüm dünyanın bir pandemi ile başa çıkmaya çalıştığı şu günlerde bu farklılık, bu uçurum çok daha göz önünde. İhtiyacından fazlasını alarak marketleri yağmalayanlar ve ihtiyacı kadarını bulamayanlar… Acil yardıma ihtiyacı varken sağlık hizmetlerinden faydalanamayanlar ve sadece içini rahatlatmak için özel sağlık hizmeti alanlar… Kendi kendini karantinaya alma, işe gitmeme lüksü olanlar ve olmayanlar… Fazla uzatmaya, yüz yılı aşkındır yapılan eleştiri ve öz eleştirileri tekrarlamaya gerek yok; benim de tıkır tıkır çalışan çarklarından biri olduğum kapitalizmden bahsediyorum. Galder Gaztelu-Urrutia‘nın minimal bilim kurgu filmi El hoyo / The Platform da öyle…
El hoyo / The Platform, on puanlık bir fikirden yola çıkıyor: Düşey bir hapishanedeyiz; her katta iki kişi ve katların ortasında geniş bir boşluk var. Her gün boşluktan, yukarıdan aşağıya doğru, yemek dolu bir platform iniyor ve her gün birkaç dakikalığına sırasıyla katlarda bekliyor. Boşluğun ucu bucağı gözükmüyor, katlardakiler en üst katın kaç kat uzaklıkta olduğunu, kaç kişinin artık yemeklerini yediklerini bilseler de, kaç kişinin onların artıklarına muhtaç olduğunun bilincinde değiller. En üstte, sıfırıncı kattaki mutfakta özenle hazırlanmış ziyafet sofrası, iki haneli katlara indiğinde ısırılmış lokmalarla, koparılmış parçalarla, ezilmiş dilimlerle, kemirilmiş kemiklerle, yarım bırakılmış tabaklarla kaplanıyor. Üç haneli katlarda ise kırıntı bulmak bile zorlaşıyor. Ayda bir herkes uyutuluyor ve yeni bir katta uyanıyorlar. Yani “ne oldum değil, ne olacağım demeli” tavsiyesi bu düşey hapishanede bir olasılığı değil, kaçınılmaz bir sonu haber veriyor. Aslında herkes ihtiyacı olduğu kadarını alsa kimsenin aç ayrılmayacağı bir sofra, daha ilk katlarda talan edildiği için her gün alt katlardaki birilerinin ölümüne neden oluyor – açlıktan, şiddetten ya da çaresizlikten. Üst katlardakiler bir ay sonra alt katlarda uyanabilecekleri korkusuyla yiyebildikleri kadar yediği için alt katlardakiler aç kalıyor, alt katlardakiler aç kaldığı için bir sonraki ay üst katlarda uyanırlarsa yiyebildikleri kadar yiyorlar. Bu döngü devam ettikçe, insanlar da ölmeye devam ediyor. Düzeni değiştirmek için alt katlardakilerin elinden bir şey gelmiyor, üst katlardakilerinse içinden düzeni değiştirmek gelmiyor. Çünkü ana karakterimiz Goreng’in deyimiyle, “yukarıya s*çmak mümkün değil”.
Film boyunca, izleyiciye Goreng eşlik ediyor; bir mahkum değil, gönüllü olarak orada bulunanlardan biri. Aylar geçip gittikçe onunla birlikte farklı seviyelerdeki katlarda farklı kat arkadaşlarıyla uyanıyor, sistemi onunla beraber sorgulamaya başlıyoruz. Yönetmen minimum alanda minimum karakterle bize bu distopyayı ve kurallarını çok iyi açıklıyor; minimum görsel efekt kullanarak, ürpertici bir dünya yaratıyor. Film sadece o on puanlık fikriyle, içinde bulunduğumuz, yaşadığımız, çarkları olduğumuz bu dünyanın bir simgesi, güç piramidinin ya da besin piramidinin düşey bir yansıması niteliğinde. Fakat maalesef ki film o fikirle kalmıyor: Goreng’in Don Kişot’luğunu eline bir Don Kişot kopyası tutuşturması yetmiyormuş gibi durmadan abartı ve teatral bir performansla sinir bozan bir karaktere Don Kişot alıntıları okutuyor. Bir salyangoz metaforunu gözümüze, hatta ağzımıza sokuyor. Yetmiyor, filmin dönüm noktasında duraklat tuşuna basıyor, bir deus ex machina indirip “bak anladınız değil mi?” konuşması yapıyor. İzleyicinin kendi çıkarımlarını yapmasına, sembolizmin farkına kendiliğinden varmasına izin vermeden, adeta bir Mahsun Kırmızıgül didaktikliğiyle hemen cevap anahtarını uzatıyor. Tüm bunlara rağmen kesinlikle kötü ya da sıkıcı olmayan, aksine sürükleyici ve düşündürücü bir film El hoyo / The Platform. Tek rahatsız edici yanı, düşündürücülüğünü destek tekerleriyle destekliyor, izleyicisinin zekasını küçümsüyor oluşu.
Birçok kişinin benzerlik kurduğu Bong Joon-ho imzalı Snowpiercer‘ın ya da genel olarak bilim kurgu filmlerin ya da distopya sinemasının başarılı örneklerinin bu filmden farkı, hepsinde on puanlık fikirlerin yönetmenin vizyonu ve zekasıyla gelişiyor, yönetmenin imzasını hissettiriyor oluşu bana kalırsa. Toronto Film Festivali’nde Midnight Madness bölümünün büyük ödülünü kazanan El hoyo / The Platform‘un yönetmeni Galder Gaztelu-Urrutia‘nın bir sonraki işi bu yüzden oldukça kritik; çünkü bize, başarılı olsa bile kusurları olan bu ilk filmini yaralayan vizyonsuzluğun bizzat kendisine mi yoksa yapımcısına mı ait olduğunu gösterecek.
IMDb Puanı: 7.0/10
İlk yorumu siz yazın!