Esaretin Bedeli: İnsan İsterse Neler Başarabilir?
The Shawshank Redemption hapishane hayatı ve sistemi üzerinden insana ilişkin mesajlar içeren ve insanın neleri başarıp başaramayacağını gözler önüne seren bir yapım.
The Shawshank Redemption ya da Türkçesiyle Esaretin Bedeli, uzun süredir IMDB Top 100 listesinde ilk sırada yer alıyor. Müebbet hapis cezası almış iki mahkûmun hem manevi hem de dünyevi anlamdaki kurtuluşunu anlatan film, sistemlere ilişkin yaklaşımıyla da dikkat çekiyor.
Stephen King’in “Rita Hayworth and Shawshank Redemption” adlı öyküsünden uyarlanan filme geçmeden önce yine her yazıda olduğu gibi bazı önemli noktalara değinmek istiyorum. 1947 tarihinden başlayacak olursak II. Dünya Savaşı sonrasından, Roosevelt’ten ve de Truman’dan söz etmek gerekli.
Franklin Roosevelt, kuşkusuz ki Amerikan Tarihi’nin en ilginç liderlerinden biriydi. Seçim kampanyası boyunca yeni bir düzenden (New Deal) bahseden Roosevelt, yapılması gerek üç düzenlemeden bahsediyordu. İşsizlere iş imkanı sağlama, ekonomiyi yeniden canlandırma ve son olarak da krizlerden etkilenmeyecek finansal bir sistemle güvence altına almayı öngören bu yeni düzen farklı çevrelerce beğenildi ve görüş ayrılığı olsun olmasın birçok grubun dikkatini çekti. Başkanlığa gelmesiyle birlikte sözünü tutan ve Büyük Bunalım’ı (Great Depression) sonlandıran, başkanlığının ikinci senesinde 2 milyon işsize iş imkânı tanıyan Roosevelt, toparlanmaya başlayan ekonomiyi korumak için de başta vergiler olmak üzere yeni düzenlemeler yaptı. Başkanlık süreci boyunca izlediği savaş politikasıyla ise birçok kesimden eleştiri aldı. Savaşta izlediği etkin politika, Amerikan’ın bir müttefik olmaktan ziyade liderlik konumuna gelmesini sağladı. Roosevelt’in sırtladığı bu yükü ise savaş sonrası dönemde Truman taşımak zorunda kaldı.
Etkinliğiyle savaş sırasında üstünlük sağlayan ve Avrupa egemenliğine kendince bir son vermeye yaklaşan Amerika, dünya finans merkezi haline geldi. Roosevelt’in kurduğu düzende ayakta durabilmek adına bu liderliği ve dışarıyla olan bağlantılarını sağlam tutmak zorunda kalan Truman’ın ise pek fazla seçeneği yoktu. Ülkeye yeni bir düzen getirmesi için yeni bir bunalım yaratması gerekiyordu, ancak Amerikan halkı böylesi bir durumu kabullenemezdi. Bu nedenle de kurulan düzene karşı duran bütün engellerin aşılması gerekliydi. Lenin’in liderliğindeki Rusya ve destekçileri, Amerikan’ın “dışa bağımlı” ekonomik yapılanmasını olumsuz etkilediği gerekçesiyle düşman ilan edildi ve bunun sonucu olarak Soğuk Savaş dönemi başlamış oldu. Bu süreçte Amerika ekonomisini olabildiğince güçlendirmeye çalıştı, bunun için de gerekli olan her yola başvurdu.
Soğuk Savaş dönemi boyunca Amerika, kendi iç meselelerine odaklanmaktan uzak kaldı. Bunun sonucu olarak da kontrol altında tutamadığı bir yapılaşma ortaya çıktı. Vergiler ve vergi düzenlemelerinin geri planda kaldığı, savaş hazırlıkları ve göz korkutmacaların önem kazandığı süreçte özellikle de yeni düzenden muzdarip sınıf, karşısına çıkan bu fırsatı güçlenmek ve bağımsızlığı yeniden kazanmak için kullanmaya karar verdi. Savaşın devam etmesiyle de amacına ulaştı.
Bütün bu bilgiler ışığında The Shawshank Redemption’a bakınca, örümcek ağı misali birbiriyle bağlantılı birçok farklı nokta ve eleştiri göze çarpıyor. Bunlardan en belirgin olanı ise kanaatimce hapishanenin ta kendisi.
Hapishane demek farklı bir dünya demektir. Düzenin farklı olduğu, kapalı kapılar ardında apayrı bir dünya. Kontrolü elinde tutanların yönetici, mahkumların ise yönetilen olduğu dünyada her ne kadar devlet tarafından konulmuş kurallar varsa da teftiş yetersizliğinden kaynaklı olarak bu kurallar sıkılaştırılabilir, esnetilebilir ya da göz ardı edilebilir. Shawshank da bir hapishane olarak kuralların olması gerektiği gibi uygulanmadığı, bir sistemin ve hiyerarşinin bulunduğu bir yapı. Bu hiyerarşik düzen temelde yönetici ve yönetilen olarak ikiye ayrılsa da alt başlıklarıyla daha detaylı bir hal alıyor. Müdürün en üstte bulunduğu ve herkesi yönettiği grupta, onu sırasıyla baş gardiyan ve altındakiler izliyor. Onlar da kendi içlerinde sertliği ve tecrübesiyle sıralanıyor. Diğer bir grup olan yönetilenlerde ise durum daha farklı. Kimse bulunduğu yere biri tarafından getirilmiyor, aynı koşullar altındaki mahkumlar kendi konumlarını kendileri elde ediyor. Örnek vermek gerekirse mahkumların isteklerini karşılayan, “öteki” dünyayla bağlantısı olanlar üstlerde yer alırken, hapishane koşulları için hiçbir vasfı olmayanlar en altta, tam anlamıyla birer köle olarak varlıklarını sürdürüyor. Bir farklılık yaratabilen –ki bu farklılık genellikle üstlerinin işine yaramak– ise bu sıralamada işe yararlılıkları sürdüğü müddetçe üst sıralarda yer bulabiliyor. Bu düzenin filmdeki işleyişinden bahsedersek eğer, hapishaneye geldiğinde bir hiç olan Andy, bankacılıkla ve de devletin finansal politikalarıyla ilgili bilgisini kullanıp yararlı olmaya başladığında kendine özel bir yer ediyor. “Öteki” dünyada da yaşayan –yani yöneten kesim– herkesin ihtiyaç duyduğu Andy, yararlılığı sayesinde hiç kimsenin sahip olmadığı bir konumda, hiç kimsenin sahip olmadığı fırsatlar içinde hapishane hayatını sürdürüyor. Diğer bir yanda Red, mahkûmlara istediklerini temin eden bir adam olarak saygınlık sahibi. Mahkûmlara sunduklarının yanı sıra gardiyanlara, yani üstündekilere sağladığı yardımlarla da kendini güvence altına almayı başaran Red, kurduğu ilişkiler yoluyla kendi hayatını ve arkadaşlarınınkini kolaylaştırmayı da ihmal etmiyor. The Shawshank Redemption’ın bir başka önemli karakteri Müdür Norton ise sahip olduğu gücü ve kuralları kendinin koymasının sağladığı fırsatları kullanıyor. Sistemin kendine sunduğu özgürlükten fazlasıyla faydalanan Müdür Norton, bu noktada Andy’e de kimi ayrıcalıklar sunarak onu baskı kullanmadan köleleştiriyor. Ancak durumların değiştiği noktada ve iyi niyetinin su istimal edilmesi karşısında elindeki gücü ezici bir şekilde kullanarak, hiyerarşik düzenin neresinde olduğunu hatırlatıyor.
Hapishanedeki sistemi, dinamiklerini ve özellikle de hikayenin geçtiği dönemi dikkate alırsak yaşanılanlar ve değişen durumlar biraz daha ilgi çekici hale geliyor. Hapishane ilk görüşte bir ortaçağ havası yansıtıyor. Bir malikane gibi görülen ancak bunun ötesinde geniş topraklara yayılmış bir arazi olarak öncelikle derebeylik düzenini akla getiriyor. Aynı derebeylikte olduğu gibi dışarıda farklı içeride farklı kurallar var ve bu kuralları uygulatan kişi de belli, Müdür Norton. Ancak bunun yanı sıra içinde bulundukları dönemsel koşullardan dolayı farklı etkenler de hikayede kendini gösteriyor. Bu küçük detayları biraz abartacak olursak, hapishanede –ki neredeyse hepsi böyle çalışıyor– ironik bir toplumsal anlaşma var. Basit bir komünizm olarak bakarsak hapishane ortamında her birey hapishanenin yararına çalışıyor. Hepsi de o dünyanın bir parçası, hepsi de o dünyada bir çalışan. Gardiyanlar düzeni sağlarken ve toplumun refahını korurken (ki yeri geldiğinde aynı Andy ve Kız Kardeşler arasındaki ilişkide olduğu gibi) geriye kalan grup da çalışarak üretimi sağlıyor. Yani ortada emeke dayalı bir düzen olduğunu söyleyebiliriz. Ancak buna karşın zamanla, yani Andy’nin finansal alandaki meziyetleri anlaşıldığı zaman işler değişiyor ve kapalı kapılar arkasında kendine zar zor yeten bu topluluk zamanla dış dünyaya açılmaya ve oradaki rekabet ortamına dahil olmaya başlıyor. Bu dışa açım planı daha sonrasında Andy tarafından yok edilse de yine de toplumsal yapıda bazı değişikler oluyor. Bu abartılı yorum üzerinden de bakacak olursak Stephen King bir anlamda Amerikan sisteminin Sovyet sistemine üstün geleceği yorumunu yapabiliriz. Burada güçlü olanın kontrolü ele alıp güçsüz olanı yok etmesini dikkate alırsak da King’in bir Amerikan taraftarı olduğunu söyleyebiliriz, ancak hikayenin diğer yönlerine ve yazarın diğer hikayelerine bakarsak durumun sanıldığı kadar açık olmadığı görülüyor. Bu yüzden hikayenin diğer noktalarına daha dikkatli bakmak gerekli.
Karakterler üzerinden işlemeye devam edersek hem ilk hem de son olarak Andy’i ele almak gerekli. Zira diğer tüm karakterlerle ve yaşanan tüm olaylarla uzaktan yakından bir şekilde bir ilişkisi var. Ancak buna geçmeden önce ilk olarak Red üzerinde durmak istiyorum. Herkesin de bildiği üzere ırkçılığın Amerikan Tarihi’nde önemli bir yeri var, fakat bu hikayedeki yeri biraz daha farklı. Hikayede ilk gördüğümüz Red ve arkadaşları, hiçbir etnik kimliği önemsemeden bir aradalar. Siyah beyaz olmak ya da inanç sahibi olup olmamak onlar adına bir anlam taşımıyor. Siyahların yalnızca yönetilen kesimden olmasının sebebi ise öteki dünyanın bir sonucu, oluşturulmuş dünyanın yeni kurulan sistemiyle bir alakası yok. Ayrıca hapishane içinde de siyahlara farklı bir muamele uygulandığı görülmüyor, oradakiler yalnızca ya mahkum ya da gardiyan. Bunun değişmekte olan sistemle olan ilişkisine, yani dış dünyadaki gelişmeler üzerinden dikkate alacak olursak ise aynı aristokrasi-burjuvazi ilişkisinde olduğu gibi bir noktadan sonra genetik, yerini paraya bırakıyor. Red ise aynı bir burjuva misali parasıyla saygınlık kazanarak kendine bir yer ediyor. İşte bu noktadan bakıldığında da Yeni Düzen’de aynı Amerikan Rüyası gibi herkesin herkes olabileceği bir ortam görülüyor. Paranın her şeye üstün geldiği bir dönem. Hazır Amerikan Rüyası demişken devam edelim, Brooks üzerinden yapılan iki türlü gönderme var. Birincisi Amerikan Rüyası, hapishane ortamında herkesin biri olabildiği, herkesin önemli olabileceği vurgusu ve bunun üzerinde de dış dünyanın yaşanılmaz koşulları, yozlaşmışlığı yorumu yapılıyor. İkinci olarak da bu önem üzerinden bir takımın parçası olmak ve işe yaramak, fayda sağlamak kavramları öne çıkıyor ki yine burada çalışmanın ve emeğin rolü akla getiriliyor. Andy’e dönecek olursak ise birbirinden farklı birçok eleştiri ve göndermeyle karşılıyoruz.
Bunlardan ilki, Andy’nin dış dünyadaki kimliği. Amerikan topraklarında bir bankacı (Beyaz yaka) olarak sahip olduğu önemle kıyaslandığında hapishane topraklarında ve hapishanenin sisteminde önemsiz biri haline geliyor. Bu açıdan bakıldığında da aslında paranın bile bir gün önemini yitireceğini, bu sistemin de bir gün değişip değersizleşeceğini, değerlerin farklı bir yöne kayacağını düşünen bir anlayış görülebiliyor. Fakat bu anlayışa rağmen Andy’nin kimliği ve yetileri sayesinde hapishanenin kapalı kapıları arasından kaçıp gittiğini, aynı zamanda da redemption kelimesinin ekonomideki yerini dikkate alırsak kurtuluş için sistemin devamlılığına ilişkin bir gereklilik yorumuna ulaşabiliriz.
Hikayedeki tüm dengeleri altüst eden Andy, bir anlamda da aslında ortalığı karıştırıyor diyebiliriz. Amerika Devleti’nin değişen düzeniyle birlikte gelişen ekonomi politikasının bir sonucu olarak dışa olabildiğince çok ulaşması ve dolayısıyla da birçok yere karışmasıyla bir noktada benzerlik gösteren Andy, hapishanedeki düzene dolaylı yoldan müdahale etmeyi başarıyor. Bu müdahaleyle birlikte de eski sistem bozuluyor ve yeniliklere, yeni bir düzene fırsat doğuyor.
Andy karakterini biraz daha manevi bir perspektiften inceleyecek olursak, ilk olarak redemption kelimesine dikkat etmek gerekiyor. Dini bir kurtuluş anlamı taşıyan kelime, Andy’nin yaptıklarıyla ilişkilendirildiğinde daha farklı anlamlara ulaşıyor. Öyle ki çekicin İncil içinde saklanması, dine inandığını söyleyen Müdür Norton’ın Andy’e İncil’i geri verdiği sahnede kurtuluş için İncil’in gerekli olduğunu belirtmesi düşünüldüğünde biraz daha belirgin hale geliyor. Bütün bunların yanı sıra Andy’nin sürekli olarak bir umuttan ve de ışıktan bahsetmesi de inancın hikayedeki rolünü gözler önüne seriyor. Bu inanç meselesini ilk olarak yine dünyevi boyuttan ele alınırsa hapishane, kurtulunulması gereken bir yer gösteriliyor. Bunu yapanın bir bankacı, yani Amerikan’ın yeni düzenin önemli parçalarından biri olması ise kurtuluşun ekonomik güçle mümkün olduğuna ilişkin bir mesaj veriyor. Benim için daha önemli olduğundan ötürü kurtuluş meselesinin manevi boyutuna daha sonra değineceğim. Ona geçmeden önce ise Rita Hayworth’a değinmek istiyorum.
Amerikan sinemasının, özellikle de Roosevelt’in geldiği dönemin önemli yıldızlarından biri olan Rita’nın iki önemi var. Birincisi, savaş sırasında Gilda olarak da anılan 4. atom bombasına ilişkin kampanya onun üzerinden yapılmıştı. Yani Rita, savaşı bitiren bir kurtarıcı anlamı taşıyor İkinci olarak ise Rita Hollywood dünyasının kaçış sinemasında önemli bir role sahip, yani insanlara gerçeklerden ziyade hayalleri, olamayacakları veren bir karakter. Bu sebepten de Amerika’yı temsil eden önemli bir aktris olarak Rita’nın imkansızı gerçekleştirebilmesi, taraflı bir yaklaşım.
The Shawshank Redemption‘daki kargaya ilişkin yapılan en temel gönderme, Alcatraz Kuşçusu. Brooks ile benzerlik gösteren bu karakterin yanında ise kuşun özellikle karga olması farklı anlamlar taşıdığının bir göstergesi. İlk olarak karganın genellikle kötüye –ki çoğunlukla da ölüme– işaret olduğunu hatırlamak gerekir. Keza sahibi Brooks’un intiharına ilişkin bir foreshadow (önceden ima etme olarak çevirebiliriz) olduğunu söyleyebiliriz. Ancak bunun yanı sıra değinilmesi gereken asıl nokta karga ve Andy arasındaki ilişki. Ölüm, yani bir anlamda da Şeytan olarak yorumlayabileceğimiz Jake ile yemek sırasında bir anlaşma yapıyor (bu süreçte Andy’i Amerika olarak da görebiliriz). Andy ve Müdür Norton arasındaki ilişkinin de Shawshank’ın yöneticisiyle yapılmış şeytani bir ilişki olarak görebiliriz, zira Andy’nin daha önce de bahsettiği “kötülük” bilindik bir simge olan karga ve hikaye koşullarında müdür anlamına geliyor. Ancak Jake ve Andy arasındaki ilişki daha farklı, zira ikisi de hapishaneye geldiğinde yaralı iki çömez. Biri uğradığı haksızlıktan, biri de yaşadığı olaydan dolayı incinmiş, ancak ikisi de zamanla iyileşip olgunlaşıyor.
Biraz ilerleyip daha karmaşık kısımlara geldiğimizde sahip ve “mal” arasındaki ilişki göze çarpıyor. Öyle ki Brooks Jake’i serbest bıraktığında, Jake (yani kötülüğün ve ölümün simgesi) ona geri dönmediği için intihar ederek ölüme teslim oluyor; besleyip olgunlaştırdığı ölüme kurban ediyor kendini. Yine aynı şekilde Müdür Norton da kendi beslediği ve koruduğu malını, Andy’i İncil’i ve içindeki çekici verip istisnai bir davranışa başvurunca onu serbest bırakmış oluyor ve geri gelmediği için de aynı Brooks gibi intihar ediyor. The Shawshank Redemption‘ın sonlarına doğru Red’in “…some birds aren’t meant to be caged.” sözü de Jake ve Andy arasındaki ilişkiyi açık olarak ortaya koyuyor. Bu konuya Amerika üzerinden yaklaşak olursak da hapishane sisteminin parçaları kendilerini onun yüzünden feda ederek, kurdukları eski düzenin temsilinden vazgeçiyorlar yorumu yapılabilir.
Herkesçe anlaşılan, açık ve net olan göndermeleri atlayıp en önemsediğim noktaya değinmek istiyorum, o da Andy üzerinden yapılan manevi göndermeler yığını. Bu eleştirileri dikkate alırken yine yeri geldiğinde Andy ve Amerika arasındaki ilişkinin dikkate alınabileceğini hatırlatmak iterim.
Andy’nin hikayedeki asıl rolü, tanrıyı oynamasıdır. Düşünceleriyle, yaptıklarıyla, tavırlarıyla sürekli olarak tanrıyı oynayan, tanrı olmaya çalışan bir karakteri gösteriyor bize. İlk olarak Andy’nin çatı onarımındaki tavrına dikkat etmek gerekiyor. Öyle ki orada dikilip kendi ve de arkadaşları için yararlı olmaya çalışırken kendini İsa misali tehlikeye atıyor. Andy’nin meşhur zevki taş oymacılığı da yine tanrısal bir göndermenin parçası. Andy taştan –ki taş toprağın maddesidir– figürler yaratıyor. Aynı tanrının insanı yaratması gibi Andy de şekil verip yaratabiliyor. Kütüphane’ye gelecek olursak o da bu göndermenin bir parçası. Öyle ki kütüphaneyle birlikte insanlara yaşayabilecekleri, özgür olabilecekleri bir dünya yaratıyor ve fark ettirmeden onların üzerinde bir konuma getiriyor kendini. Kendisine şükredebilecekleri bir fırsat sunuyor. Tommy’e ders vermesi ve ona yol göstermesi de yine tanrıcılığa yorulabilecek bir davranış. Ancak bu meseleyi belirgin hale getiren iki asıl olay var. Bunlardan ilki Andy’nin bir tanrı olarak odaya girip, kendini kilitleyip mahkumlara müzik dinlettirmesi. Parçanın özellikle de Figaro’nun Düğünü’nden seçilmiş olması (Figaro sevdiği kadını kendinden çalan Bartolo’dan intikam alabilmek ve Rosina’yı geri kazanmak adına adına uşaklığı kabul eder ve sonunda da onu kaçırmayı başarır) bu tezi kuvvetlendiriyor. Ancak asıl olay Andy’nin İsa misali gördüğü işkence, delikteki iki aylık süre. Fakat buna karşın fikirlerinde hiçbir değişimin olmayışı, tavrını değiştirmeyişi ve iflah (redemption) olmayışı onun İsa kadar güçlü olduğunu gösteriyor. Bütün bunlara ek olarak sürekli ışıktan, umuttan ve kurtuluş hayallerinden bahsetmesi de onun Mesih misali yol gösterdiğini gözler önüne seriyor.
The Shawshank Redemption tabii ki birçok farklı noktaya daha değiniyor ancak bu yüzeysel kalan küçük detaylara takılma gereği pek duymadım. Hatta vergi kaçakçılığı meselesi de benim için bunlardan biri, zira yazının başındaki bilgilendirmeden sonra bu konuyu yeniden ele alıp can sıkmaya gerek yok. Yine yargı sistemine ilişkin mesele de aynı statüye sahip. Ancak sona doğru yaklaşırken özellikle belirtmek istediğim bir konu var ki o da Stephen King’in yaşadığı karmaşık düşünceler ve bunların insanlarda yarattığı etti. Öyle ki onun yaşadığı kafa karışıklığı hikayeye, senariste ve yönetmene öylesine etki etmiş ki ortaya tam olarak yorumlayamayacağım bir taraftar çıkmış. The Shawshank Redemption bir taraftan komünizmi hoş görürken diğer bir yandan da onu karalıyor, hor görüyor, aşağılıyor. Bunun nedeni de bana kalırsa bulunduğu dönemde kendine uygulanan baskılar ve dayatılan düşünceler. Güzel bir film, keyifli bir film, derinlere inildikçe farklı farklı yorumlara imkan tanıyan bir film, ancak hikaye olarak bakıldığında eksik ve karmaşık. Dürüst olmak gerekirse The Shawshank Redemption listenin en tepesini hak eden bir film değil, keza eleştirmen yorumları da aynı görüşü savunuyor. Eğer yan karakterlere daha büyük roller verilseydi, eğer hikaye daha gerçekçi sona erebilseydi, eğer bu kadar provokatif ve tanrıcı olmasaydı, övgülerin karşılığını verebilirdi. Yine de bunun filmle, yönetmenle ve oyuncularla bir alakası yok; hikayenin yazarı ve onun yaşadığı karışıklığın kırıntıları yüzünden bulunduğu sırayı hak etmediğine ilişkin tartışmaları sürüyor. İzlerken bunları da düşünün, iyi seyirler.
IMDb Puanı: 9.3/10
İlginizi çekebilir: Mert Tanöz’den diğer IMDb Top 100 incelemeleri, Schindler’s List, American History X ve Requiem for a Dream
İlk yorumu siz yazın!