The Society: Netflix'ten Gençlik Distopyası
Yeni Netflix dizilerinden The Society, bir okul gezisinden kasabalarına döndüklerinde yalnız olduklarını fark eden bir grup liseli gencin yaşadıklarını anlatıyor. West Ham Lisesi öğrencilerinin yeni bir düzen kurarak hayatta kalmaya çalışmasını konu alan dizi, hiçbir toplumsal kuralın olmadığı bir alternatif gerçeklikte geçen ve Sineklerin Tanrısı‘nı anımsatan başarılı bir distopya.
Şimdi gözlerinizi kapayın ve düşünün. En azından görebildiğiniz kadarıyla, şu an yaşadığınız mahallede bir tek siz kalmışsınız. Herkes yok olmuş, ama her şey yerli yerinde. Yapacağınız ilk şey ne olurdu? Bilimsel ya da felsefi bir cevap aramak için ne olduğunu anlamaya çalışmak mı? Yoksa sınırsız kaynak ve hiçbir kontrol mekanizması bulunmadığı için, birkaç gün önce sahip olamadığınız her şeyi toplamaya başlamak, canınız istediği an canınızın istediği şeyi yemek, tüketmek, istediğiniz arabalara binmek, istediğiniz kıyafetleri mağazalardan gardrobunuza taşımak mı? Gardrobunuz demişken; eviniz hâlâ eviniz olur muydu, hâlâ kendi odanızda, evinizde mi yaşardınız, yoksa başka insanların geride bıraktığı evlere, odalara mı yerleşirdiniz? İşi biraz daha zorlaştırayım. Tek başınıza olduğunuzda canınızın istediğini yapabileceğinizi, istediğiniz yerden istediğinizi alabiliyor olduğunuzu düşünmek kolay belki. Ama ya bu distopyada tek başınıza değilseniz? Canınızın istediğini yapmaya devam etmek için neleri göze alırdınız? Hiçbir polis, hiçbir yasa, hiçbir mahkeme, hiçbir yaptırımın olmadığı bir gerçeklikte insan öldürmeyi – tanıdığınız insanları öldürmeyi mesela… Bunları düşünmek zorlayıcı olduğu kadar ilginç, korkutucu olduğu kadar heyecan verici geldiyse, Netflix’in yeni disizi The Society tam size göre!
Bilimkurgu dizilerde, özellikle son yıllarda, insanlığın bir kısmının yok olduğu (The Leftovers) / modern hayatı etkileyen köklü değişikliklerin olduğu (Revolution) / bir grup insanın bir yerde yalnız kaldığı (Lost, Terra Nova) ve bu yeni düzende hayatta kalmaya çalıştığı senaryolar görmeye oldukça alışkınız. Bu senaryoların hepsi, nüfustaki azalmanın ya da yeni bir yere gitmenin etkisiyle, var olan kuralların ve yasaların geçersiz kılındığı ve bir anlamda yeni düzene uygun yeni kuralların oluşturulduğu senaryolardı. Topluluktaki insanların meslekleri ya da kişilik özellikleri, onları bu yeni düzende belli roller üstlenmeye itiyordu. The Society‘nin tüm bu saydığım senaryolardan farkı, geride kalanların başlarında hiçbir yetişkin olmayan, birkaç okul otobüsü dolusu liseli genç olması. Amerika’daki küçük bir kasabada tümü konforlu bir hayata alışmış üst-orta ya da üst gelir seviyesinden ailelerin çocukları olan West Ham Lisesi öğrencileri, bir okul gezisine çıktıklarında, vardıkları nokta yine kendi kasabaları oluyor ve geride kimsenin kalmadığını, dahası kasabanın etrafının uçsuz bucaksız ormanlarla kaplandığı ve hiçbir çıkış yolunun bulunmadığını fark ediyorlar. Hayata, hayatta kalmaya, toplumsal düzene dair bildikleri ve deneyimleri, sıradan bir lise öğrencisinin sahip olduğu düzeyde. Hiçbirinin bir mesleği olmayan, her biri henüz hayatta ne yapmak istediğine karar verme sürecinde olan bu bir grup genç insan, bir anda kendilerini büyük bir sorumluluğun altında buluyorlar. Gerçekten kendi kasabalarında mı, yoksa kasabalarının bir kopyasında mı bulunduklarını, diğer insanlara ne olduğunu, ne kadar süre bu şartlarda yaşamak zorunda olduklarını bilmiyorlar. Karakterlerden biri bir bölümde bu distopyayı “Riverdale‘in Sovyet Rusyası versiyonu” olarak yorumluyor; benimse aklımda farklı bir tanımlama var: “13 Reasons Why ile Sineklerin Tanrısı‘nın bir karışımı“.
William Golding’in Sineklerin Tanrısı romanı, çocuklara dair distopyayı anlatsa da, büyüdükçe yapılan her yeni okumadan daha fazla anlam kazanan, hayata ve toplumsal düzene dair tüm korkutucu gerçekleri çocuklar üzerine başarıyla yansıttığı anlaşılan bir modern klasik. Başlarındaki hiçbir yetişkin olmadan ıssız bir adada mahsur kalan bir grup çocuğun nasıl da medeniyetten uzaklaşarak vahşi yaşama adapte olduğu ve nasıl da ilk çıkmazda karşıt görüşlü iki gruba ayrılarak refleks olarak şiddete başvurduğunu görmek, beni insan doğasına dair hep korkutuyor. The Society de bu yansıtmayı, farklı bir yaş grubu üzerinden ve ilkellikten uzak şartlarda gerçekleştiriyor. Issız bir adada ya da teknolojiden uzak bir gerçeklikte değiller, hazır olarak önlerine konmuş bir medeniyet paketi, bir kütüphane dolusu kitap, bir market dolusu yiyecek, bir hastane dolusu tıbbi araç-gereç ve toplulukta bulunan herkese dair her şeyin yazdığı dosyalar dolusu belge… Tüm bunlar birçok kolaylığı beraberinde getiriyor getirmesine ama her kolaylığın bir laneti var tabii ki – silahlara ulaşmanın da aynı derecede kolay olması gibi… İşte bu noktada, en başta sorduğum sorular devreye giriyor: Canınızın istediğini yapmaya devam etmek için neleri göze alırdınız?
The Society‘de kaosun yerini düzene bırakmasını izlerken, her bölümde yeni zorluklar, yeni anlaşmazlıklar ve yeni dengesizlikler ortaya çıkıyor. Deneyimli doktorlar, siyasetçiler, avukatlar, polisler yerine doktorculuk, başkancılık, avukatçılık, polisçilik oynayan bir grup liseliyi izliyor olmak, kesinlikle düşündüğünüz kadar sığ ya da sıkıcı değil. Fiziksel güç ve toplumsal zekanın çatıştığı, yüzyıllardır süregelmiş toplumsal ve siyasi dengelerin küçük bir topluluk tarafından yeniden keşfedildiği sağlam bir distopya bu. Evet Riverdale ya da 13 Reasons Why gibi lise dizilerindeki entrikalar da tüm bu karmaşanın üzerine eklenerek işin ciddiyetini bozuyor, dikkati başka yöne çekiyor – ama The Society‘nin farklılaştığı nokta da tam olarak bu.
İlk yorumu siz yazın!