İlk yorumu siz yazın!
The Substance: Bir Doğum Hikâyesi
Coralie Fargeat’ın yönetmenliğini yaptığı, Demi Moore ve Margaret Qualley’nin başrollerini paylaştığı, bu senenin tartışmasız en tartışmalı ve sarsıcı yapımlarından The Substance hakkında konuşmamız gerekenler var. Niyetim filmin kendisinden ziyade bana çağrıştırdıklarından bahsetmek. Bu yüzden dikkat, yazının buradan sonrasında bol bol spoiler ile karşılaşabilirsiniz. Filmi izlediyseniz veya daha filmi izlemeden sonunu öğrenmeye meraklı bir anksiyete sahibiyseniz, doğru yerdesiniz.
Öncelikle belirtmeliyim ki birkaç gün önceye kadar bırakın kan revan içinde bir “body horror” izlemeyi, son korku filmi deneyimi 12 yaşında gece yarısı televizyonda yayımlanan “Köpek Balığının İntikamı 7” olan biriydim. The Substance fragmanında beni etkileyen bir sahne mi gördüm yoksa o hafta taze botoks yaptırdım diye mi bilmiyorum, kendimi MUBI’de filmi aratırken buldum. Siz de benim gibi “Ay ben bakamam.” seviyesinde bir izleyiciyseniz, filmi salonda değil evde izlemenizi tavsiye ederim. Herkes gözlerini kapattıysa başlatıyorum.
Editör Notu: Yazının devamı spoiler içermektedir.
The Substance
İyi Ki Doğdun Elisabeth
Demi Moore tarafından canlandırılan “zamanının” çok sevilen, şöhret kaldırımına yıldızı bile kondurulan oyuncusu Elisabeth Sparkle, 50. yaş gününde tatsız bir doğum günü hediyesi alıyor:
“Sürpriizz, yaşlandın ve artık seni istemiyoruz. Daha yenisini, daha güzelini, daha mükemmelini istiyoruz. İyi ki doğdun bu arada.”
Doğum günü ile başlayan filmimiz, doğum, doğurmak, doğurduğunu öldürmek istemek, doğurduğunun seni öldürmek istemesi ve nihayetinde ele güne rezil olmak döngüsüne ilk bu sahnede göz kırpıyor.
Artık pek de parlamadığına ikna olmuş Jane Fondavari yıldızımız Elisabeth, yıllardır alnının jimnastik teriyle devam ettirdiği işinden kovulduğunu öğrendiği gibi kendini kazanın geliyorum dediği yollara atıyor. 50 yaşına kadar bir tansiyon hapı bile almamış olan Elisabeth’i, hastanede kaybolan yıllarına ağlarken görüyoruz. Tabii yalnızca biz değil, hemşire suretinde bebek yüzlü bir The Substance deneği de onu görüyor ve cebine gerçek bir doğum günü hediyesi bırakıyor.
Elisabeth’in hücre yenileme iddiasıyla gençlik ve mükemmellik vadeden The Substance sistemine denek olma serüveni böylece başlarken bizim de “Ne gerek vardı abla taş gibi kadınsın.” diye dövünme sürecimiz başlıyor.
Buradan itibaren Elisabeth’i hamile bir kadın olarak düşünmenizi rica edeceğim. Evet, doğru okudunuz. Çünkü filmi izledikten sonra senaryo için feminist bir manifesto (?) diyeni de duydum, saçmalık diyeni de, başyapıt diyeni de. Fakat bir kişiyi bile (belki sadece 1) bu filmin bir anne-kız hikâyesi anlattığına inandıramadım. Belki sizi ikna edebilirim?
Elisabeth’in Baby Shower’ına Hoş Geldiniz
Former yıldızımız, binbir zorlukla “hücre çoğaltma-yenileme” paketine ulaşıyor ve bu paket -başıma bir şey gelmeyecekse- tüp bebek protokollerine çok benziyor. Evine PR hediyesi gelen influencer heyecanıyla paket açılımını yapıyor ve kutudan neler çıksa beğenirsiniz? İçi “activator” ile dolu bir tüp ve enjektör, ne hikmetse sağılmış ve poşetlenmiş anne sütüne aşırı benzeyen besinler… Yanında bir de değişim kiti ve “Siz tek kişisiniz.” gibi notlar.
Bilenler hemen hatırlayacaktır, doğum sonrası ilk 3 aya aslında bebek henüz doğmamış gibi bakılır, çünkü bebek bu sürede kendisini hala anne karnında hisseder. Bu yüzden kundak yapılınca rahatlar, anne karnında duyduğu seslere benzer sesler dinleyince uyur. Yani doğum sonrası da bir süre anne-bebek tek kişidir.
İyi Ki Doğdun Sue Bebek
Buyrun paspas düşmanı, böbrek üşüten banyo sahnesine… Elisabeth, muhteşem damar yolu açma becerisiyle bölünme sürecini başlatıyor ve sırttan sezaryen yöntemiyle bebeği Sue’yu dünyaya getiriyor. (Sonuçta kadınların doğum yöntemine kimse karışamaz?) Burada hemen hemen tüm kutsal kitaplarda denk gelebileceğimiz “kaburgadan var etme” mitine de göz kırpan yönetmen, bize Sue’yu ilk olarak plasenta sıvısı ile kaplanmış bir biçimde gösteriyor. Nur topu gibi bebeğimiz Sue, annesinden aldığı tıp becerisiyle Elisabeth’in sezaryen dikişini bir güzel dikiyor fakat kadıncağızın üzerine bir örtü bile örtmeden yeni bedeninin tadını çıkarmaya başlıyor.
Annenin yarım kalan hayallerini tamamlama histerisini ve ‘ben onun gibi olmayacağım’ dürtüsünü aynı anda yüklenen Sue, mother issues’un vücüt bulmuş hali gibi karşımızda. Çok geçmeden 7 günün ona asla yetmediğini, gençliğini yaşamak isterken anneyi tüketme biçimlerini izlemeye başlıyoruz. Sue hayatını yaşadıkça, anne yaşlanıyor. O parladıkça, anne sönüyor.
Aşağı yukarı her sorunlu anne-kız arasında geçmiş olan şöylesi diyaloglar vuku buluyor: “Ben olmasam sen de olmazdın, bana borçlusun, o kadar yemek yaptım gelmedin, bu ortalığın hali ne Sue?”
Elbette kızın cevapları da gecikmiyor: “Bırak biraz da ben yaşayayım, dolapta yer açılsın diye senin eşyalarını kaldırdım, doğurmasaydın o zaman, çok geç kalmam merak etme.”
Fakat Sue, çok geç kalır. Geç kalabilmesini ise “annesinin” epidural noktasından çektiği hayat sıvısına borçludur. Diğer yandan anneye gerçekten de borçlanır, fakat bu hiçbir zaman ödemeyeceği bir borçtur: Gençlik. Yaşamak için öldürmek ister.
Gerçek Dünyada Elisabeth ve Sue
Dönelim gerçek dünyaya, etrafımıza şöyle bir baktığımızda Elisabeth ve Sue’yu yalnızca anne-kız ilişkisi formunda mı görüyoruz? Elbette, hayır. Yönetmen Elisabeth’i mümkün olan en üst düzeyde onaylanmış (Oscar ödüllü) bir güzellik üzerinden anlatmayı seçse de mahallenin her güzel kızı biraz Elisabeth’tir.
“Sen onu gençken görecektin.” cümlesi hemen her evin içinde yankılanır. Çoluğa çocuğa karıştığında “Ben genç kızken belim şu kadardı.” diye anlatan akrabanız yok mu? İşte o, Elisabeth’in ta kendisidir. Ve sonsuza kadar taşıyamayacağı kesin olan bir ödülle cezalandırılmıştır: Güzellik.
Açılış sahnesini hatırlayın, “Bu yaz plajda bir denizanası gibi görünmek istemezsiniz, değil mi?” diyerek seyircisini motive eden kadın ile kendi vücuduna bakmaya bile dayanamayan kadın aynı kişidir. O, bu cüreti kendinde bulur çünkü tüm mahallenin güzel dediği kızdır ve tam da bu yüzden hep ama hep güzel kalmak zorundadır. Bir başkasının aldığı kiloyu kimse fark etmezken onun fazladan içtiği su göze batar. Güzel kalmak onun için artık neredeyse bir meslek, mesaidir.
Filmin finaline gidersek son yarım saatte izlediğimiz her brutal sahne, zamanın ve güzelliğin ruhlarımızda yarattığı tahribatın kanlı sembollerinden ibaret bana sorarsanız. “O bölümlerle de artık body horror sevdalıları ilgilensin.” diyor, komplo teorimi burada noktalıyorum. İyi seyirler <3
Kapak Fotoğrafı: IMDb
İlginizi çekebilir: Eralp Alper’den The Substance
Ben de filmi geçen hafta izledim ve gerçekten rahatsız oldum. Öncelikle bir hemcinsimin böylesine sınırları zorlayan bir filmi yazması ve yönetmesine hayranlık duydum. Görüntüler bir yana, asıl rahatsız eden gençliğin doruklarındaki haz odaklı yaşamın aslında nelere mal olabileceği üzerine uzun uzun düşündürdü. Fiziksel olarak hayat bizden alsa da yerine çok değerli bir şey bırakıyor aslında, daha denegeli bir yaşam..yine de görebilene.. Elinize sağlık.