Bizden Olmayanın Hayatta Kalma Mücadelesi: The Thing
Korku sinemasına “Halloween” (1978) gibi bir klasik kazandıran usta yönetmen John Carpenter’ın 1982 tarihli filmi “The Thing”, bilimkurgu edebiyatının öncülerinden John W. Campbell’ın “Who Goes There?” isimli kısa öyküsünün beyazperdedeki ikinci temsili aslında. 1951 yapımı “The Thing from Another World”e nazaran Campbell’ın hikâyesine daha sadık kalan Carpenter, Antarktika’nın buz kesen arazilerinde bir Amerikan araştırma merkezinde neredeyse tek mekân gerilimine soyunarak döneminin en cesur tür sineması örneklerinden birini sunuyor. Sürreallizm ve gerçekçilik arasında gidip gelen görsel tasvirleri ve politik alt metinleriyle dikkat çeken “The Thing”, sadece Carpenter filmografisinin değil, bu janrın da en önemli filmlerinden biri…
Bir köpeğin kendisini kovalayan helikopterden kaçtığı uzun ve gergin bir sahneyle açılan The Thing, hikâyesini buz gibi bir coğrafyanın tekinsizliği üzerine kuruyor. Antarktika’nın karla ve buzla kaplı arazilerinde bulunan bir istasyonda bilimsel çalışmalar yürüten Amerikan araştırmacılar, Bechdel testinden kalmalarının cezası olarak mıdır bilinmez, yakınlarda manyetik bir anomali içerisinde yıllardır donmuş bir hâlde duran bir “şey” buluyor. Bir ses duyunca tek başına karanlık bodrumlara inen, izleyen 10 gün içinde ölecek denilen video kasetlerini izlemekten geri kalmayıp seyirciyi çileden çıkaran karakterler bu türün artık olmazsa olmazları. The Thing‘in tamamı erkek kahramanlarının da devrim niteliğinde bir keşif yapmış olabileceklerini düşünerek ve engellenemez merak duygularına yenik düşerek bu ölü olduğu varsayılan “şey”i incelemeye karar vermeleriyle başlıyor her şey. Sürpriz-bozan sayılır mı bilmem; fakat o “şey”in ölü olmadığının anlaşılıp istasyonda terör estireceğini tahmin etmek çok da güç değil. İzleyiciyi bir miktar şaşkınlığa sürükleyen şey ise, istasyon içerisinde insanlar ve yaratık arasında bir kovalamaca izleyeceğimizi zannederken kendimizi çok başka bir savaş içerisinde bulmamız.
Fantezi ve fantastik literatürden şamanizme kadar birçok içerikte karşılaştığımız şekil değiştirme yeteneği, The Thing’de bilimsel bir forma dönüşerek politik alt metinlerin işlemesine ve atmosferin daha da gerilimli bir seviyeye ulaşmasına yardımcı oluyor. Zamanın teknik imkânları düşünüldüğünde fazlasıyla etkileyici efektleriyle ürkütücü bir tasvire sahip olsa da “şey”in asıl marifeti, bu şekil değiştirme becerisiyle karakterlerin bedenini asimile edip onların dış görünüşüne, sesine ve hareketine sahip olması. Hikâyenin devamında, klostrofobik atmosferin yerini müthiş bir paranoyaya bırakmasıyla gerilimin dozunu artıran filmin bu başarısındaki en büyük etken şüphesiz karakterlerin yaşadığı olayların seyirci için de tahmini zor bir deneyime dönüşmesi. Hatta öyle ki John Carpenter, bir röportajında, hangi karakterin ne zaman ve nasıl dönüştüğünü kendisinin de bilmediğini belirtmiştir.
Carpenter’ın sinemasına baktığımızda da filmlerinde çoğunlukla bu dünyaya ait olmayan ya da ait görülmeyen bir varlık üzerinden gerilim inşa ettiğini söyleyebiliriz. Halloween’da akıl hastanesinden kaçan Michael Myers’ın nasıl gündelik hayatın içine girip insanları katlettiğini izlemiştik. Yönetmenin son filmi, yine akıl hastanesinde geçen, The Ward da benzer tasvirler üzerinden ilerliyor. Bu noktada ister istemez, herhangi bir sebep sunmadan doğanın insanoğlundan aldığı intikama şahit olduğumuz Hitchcock‘un The Birds filmini de anmak gerekiyor. İster uzaylı, ister zombi, ister seri katil olsun, bize ait fakat bizden olmayan dış tehditlerin yarattığı korku hissiyatının üzerine tuz basmayı seviyor Carpenter. The Thing‘de de benzer bir anlatıyı takip etmek mümkün. Tanımlanamayan bir varlığın küçük bir istasyonda yarattığı terörü, 50’ler Amerikası’nda vuku bulan komünist paranoyasının bir yansıması olarak okuyabileceğimiz gibi; belli bir millete, ırka, cinse ait olmayan/ait görülmeyen “şey”in yok edilme isteği ve “şey”in hayatta kalabilmek adına karşı saldırıya geçmesi ya da karşı türe asimile olması gibi evrensel bir ölçeğe de yerleştirebiliriz. Filmin bir bölümünde, karakterlerden Blair “şey” ve insanlar arasında hiçbir fark olmadığına dair bir monolog atıyor üzerimize. Birbirinden tamamen farklı türler olmalarına rağmen, iki tarafın da bu doğanın çocukları olduğunu ve farklı dünyalardan gelen varlıkların illaki kötü olarak atfedilmemesi gerektiğini söyleyen Blair, bir noktada filmin de politik sesine dönüşüyor. İnsanoğlunun insandışı bir varlığa karşı gösterdiği savunma mekanizması, insandışı varlığın da hayatta kalma çabasına dönüşüyor. Hayatta kalabilmesi içinse bulunduğu ortamda kabul edilen/baskın olan forma sahip olması gerekiyor. Yaratığın şekil değiştirme ya da bulduğu canlının bedenini asimile etme yeteneği ise böylece bir nevi kaçış ve özgürlük vurgusu yapıyor hikâyede.
Nispeten daha bilim-kurgusal bir açıdan yaklaşırsak, The Thing‘i posthuman (insan üstü) ve fütürist bir noktadan da inceleyebiliriz. 80’ler bilimkurgu furyasından günümüz Black Mirror ve türevi yapımlara kadar uzanan bir ölçekte, teknoloji ve insandışı-insanüstü varlıkların insan ırkının sonu olabileceğine dair paranoya özellikle bu janrda kendini göstermeye devam ediyor. The Thing‘deki “şey”in bu dünyaya ait olmasa da bu doğanın bir parçası olduğunu savunan Blair karakteri, yine insandışı varlıkların dünyayı ele geçirebileceklerinden bahsediyor. Yakından akrabası Alien‘da şahit olduğumuz android karakterin şekil değiştirme ve telepati yetenekleri burada boyut değiştirip tanımlanamayan bir “şey”e yüklense de aynı endişeleri kurcalıyor. Alien‘da doğanın çocuğunun yarattığı şeyin yaratıcısına meydan okumasını izlerken The Thing‘de doğanın çocuğunun yine kardeşine karşı savaşını izliyoruz; fakat yönetmenin öncülünden hemen sonra aynı soruları irdeliyor oluşu “şey”in oluşturduğu tehdit konusunda benzer bir okumaya da izin veriyor. Buradan pek tabii ki insan olmayan varlıkların insana ait özellikleri taklit etmede giderek güçlenmesiyle insan ırkına karşı bir tehdit oluşturabilir mi ya da ne kadar güçlenirlerse güçlensinler taklitlerinde her daim olacak bir kusurla kendilerini ele mi verecekler gibi sorular çıkarılabilir. Bunun cevabını da Carpenter filmine sakladığı küçük bir detayla veriyor aslında ama sürpriz-bozan kotamızı aşmaya gerek yok.
Filmin süresini katbekat aşan etkilerini ve analizleri üzerinden devam eden tartışmaları düşündüğümüzde, The Thing‘in sinemasal meziyetlerinin öneminden de bahsetmek gerekiyor. Geçtiğimiz yıllarda yine bir yeniden yapıma (kısmen) ev sahipliği yapan bu hikâyenin, zamansızlığının ve evrenselliğin başarısında Campbell‘ın kaleminin olduğu kadar Carpenter’ın vizyonunun da payı büyük. “Şey” üzerine politik ve bilimsel ve hatta psikolojik birçok aforizmaya kapı açan anlatıları böylesine bir gerilim atmosferine yedirebilmesi takdire şayan olduğu gibi, kullandığı tekniklerle de zamanının ötesine geçmeyi başarıyor. Yine Alien‘a kıyasla daha B tipi bir film olarak görülebilecek The Thing, bunu bir övgü olarak alıp 80’ler sinemasının absürd detaylarını ve yaratıcı mizansenlerini filmin her bir köşesine yediriyor. Filmde kullanılan prostetik makyajlar ve grotesk efektler, filmin kült sahneler listelerinden düşmemesinin sebeplerinden biri. CGI illetiyle iyice tadı kaçan günümüz yapımlarının aksine, The Thing eski usülleri olabilecek en iyi şekilde kullanarak absürdlük ve gerilim dozunu tam ayarında dengeliyor. Carpenter, arkasına aldığı Antarktika rüzgarları ve dar koridorlarda takip ettiği karakterleriyle tek mekanda paranoyayı filmin tüm politik dünyasına yedirerek korku janrına ölümsüz bir başyapıt daha armağan ediyor.
IMDb Puanı: 8.1/10
İlk yorumu siz yazın!