Torino: Savoy Zerafetinin Revaklı Şehri
Torino yavaş ama zarafetle örülü hareketleri ve olgunluğunun getirdiği bir ağırbaşlılıkla, içine kapalı ve zarif yaşlı bir hanedan üyesi gibi. İncelikli işçilikleriyle ona tıpkı Emilia-Romagna’daki uzak kuzeni Bologna’ya benzer bir tarihi ve estetik atmosfer kazandıran revaklarla süslü bir meydanlar şehri. Pek çok İtalyan şehri gibi onun kalbi de bu meydanlarda; bu meydanlardaki anıtsal binalar ve çık caddelerde etrafında atıyor.
theMagger için bir kent hakkında yazı kaleme alacaksam öncelikle platformda neler yazılmış diye bir bakarım. ‘Torino’ yazıma başlamadan önce de benzer bir araştırma yaptım ve Torino üzerine yazılmış bir yazıya rastlamadım. İtalya ile ilişkili yayınlanan toplam 213 yazıdan sadece beş tanesinde Torino’dan bahsediliyor, ki iki tanesi benim yazım, ama doğrudan şehri anlatan bir yazı yok. Eminim theMagger yazarları arasında Torino’yu ziyaret edenler vardır ama gördüğüm kadarıyla kimse bu şehir hakkında yazmamış. Öte yandan İtalya’nın en büyük dördüncü şehri olan bu şehir üzerine bu platformda bir yazı kaleme alınmamasına da çok şaşırmamak gerekiyor; keza Torino, çok önemli bir tarihsel geçmişe sahip olmasına ve İtalya’nın en önemli ekonomik merkezleri arasında yer almasına rağmen 2023 rakamlarına göre dünyanın en çok ziyaret edilen dördüncü ülkesi olan İtalya’nın en çok ziyaret edilen şehirleri arasında ve turist tercihlerinde ön sıralarda yer almıyor.
Yaptığım kısa araştırma Torino’nun İtalya’nın en çok ziyaret edilen onuncu şehri olduğunu gösteriyor. Büyüklüklerine bakmadan, ziyaret edilmeye değer 15 İtalyan şehrinin sıralandığı popüler bir araştırma sonucunda oluşan listede Torino yer almamış. Öte yandan İtalya’yı ziyaret eden yabancı ziyaretlerin tercihlerine yönelik bir araştırmadaysa %53 tercih oranı ile en popüler yedinci şehir olmuş. Bir kıyaslama açısından birinci olan Roma’nın %70, ikinci olan Floransa’nın da %68 oranında tercih edildiğini belirteyim.
Tüm bu rakamlar bize Torino’nun ziyaretçi tercihlerinde ön sıralarda yer almadığını gösteriyor. İtiraf edelim ki ilk bakışta Torino’yu tercih etmemekte dikkate değer ölçüde bir haklılık payı var. Torino ne Roma’nın tarihsel haşmetine ne Floransa’nın Rönesans sanatının göz kamaştırıcı mükemmelliğiyle örülmüş romantizmine ne Milano’nun lüksle bezenmiş şıklığına ne de Napoli’nin adeta egzotik sayılabilecek şehvetine sahip. Ben de İtalya’ya gitmek istesem, hele de bu ilk gidişim olacaksa Torino ilk tercihlerim arasında yer almaz. Öte yandan Torino uzun yıllar Sardunya-Piedmont Krallığını ve birleşme sonrasında da cumhuriyetin ilanına kadar İtalya’yı yöneten Savoy Hanedanı’na ve 1861-65 yılları arasında da Birleşik İtalya Krallığı’na başkentlik yapmış; kayıtsız kalınamayacak kendine has karakteri ve üslubuyla diğer İtalyan şehirlerden farklı, özgün bir şehir.
Torino yavaş ama zarafetle örülü hareketleri ve olgunluğunun getirdiği bir ağırbaşlılıkla, içine kapalı ve zarif yaşlı bir hanedan üyesi gibi. İncelikli işçilikleriyle ona tıpkı Emilia-Romagna’daki uzak kuzeni Bologna’ya benzer bir tarihi ve estetik atmosfer kazandıran revaklarla süslü bir meydanlar şehri. Pek çok İtalyan şehri gibi onun kalbi de bu meydanlarda; bu meydanlardaki anıtsal binalar ve çık caddelerde etrafında atıyor.
Öncelikle bu meydanların en büyüğü ve önemlisi olan muhteşem Piazza Castello… Eski seyahatlerin zarif ve kişiselleştirilmiş lüksünü hatırlatan suit’leri ve hizmetiyle ziyaretimize ayrı bir güzellik katan kaldığımız butik otelimiz tam meydanda yer alıyor. Müthiş bir meydan manzarasına sahip odamızda önce yüzyıllar boyunca şehri; monarşi döneminde de İtalya’yı yöneten Savoy Hanedanı’nın tarihi ikametgahı Palazzo Reale di Torino eşliğinde yaptığımız kahvaltılarla şehrin tarihi görkemini deneyimliyoruz.
Kare şeklindeki meydan Torino’nun Mole Antonelliana ile birlikte en simgesel yapısı olan Palazzo Reale dışında şehrin mimari ve politik tarihinde büyük role sahip olan ve İtalya’nın birleşmesinin ardından İtalya Kralığı’nın ilk senatosu olarak kullanılan Palazzo Madame kompleksine; içinde Savoy Hanedanı’nın ve şehrin sanat koleksiyonlarını barındıran Galleria Sabauda’ye, Arkeoloji Müzesi’ne, Kraliyet Kütüphanesi’ne ve yine Savoy Hanedanı tarafından oluşturulan dünyanın en önemli silah ve zırh koleksiyonlarından birinin yer aldığı Armeria Reale’ye’; Torino Opera Binası Teatro Regio’ya ve San Lorenzo Kraliyet Kilisesi’ne de ev sahipliği yapıyor.
Torino’nun en şık ve popüler caddesi olan ve şehrin ana damarlarından birini oluşturan Via Roma ile Piazza Castello’yu birbirine bağlayan bir başka önemli meydansa Piazza San Carlo… Meydanın ortasında Torino’nun en önemli anıtlarından biri olan ve büyük heykeltraş Carlo Marochetti’nin elinden çıkan 1838 tarihli at üstündeki Savoy Dükü Emanuele Filiberto heykeli yer alıyor. Meydan savaş sonrası İtalyan politik, edebiyat ve akademik hayatının en önemli isimlerinden bazılarının uğrak yeri olan tarihi kafelerle çevrili bir kafe, alışveriş ve restoran cenneti.
Benim Torino’da sinema müzesinden sonra en favori mekanım olan Piazza Carlo Alberto ise şehrin en panoramik, ikonik ve tarihi bölgelerinden biri. Piazza Castello ve Piazza San Carlo’dan daha küçük bir alana sahip olan meydan muhteşem güzellikteki tarihi binalar, şık dükkanlar ile çevrili bir mimari ve tarihi hazine. Meydanı İtalyan Bağımsızlık Savaşı’nı başlatan ve Avusturyalılara mağlup olup tahtını İtalyan Birliği’ni kuracak olan oğlu II. Vittorio Emmanuel’ye bırakan Sardunya-Piedmont Kralı Carlo-Alberto’nun ihtişamlı bir heykeli süslüyor. Meydanda ayrıca, İtalyan Birliği’nin ve birliği sağlayan kral Vittorio Emmanuel’in onuruna kurulan Museo Nazionale del Risorgimento Italiano’ya (Ulusal İtalyan Birliği Müzesi) ev sahipliği yapan ve şehrin en önemli anıtsal binalarından biri olan Palazzo dei Principi di Carignano da bulunuyor.
Bu meydanlara göre daha mütevazi olan ve şehrin Doğu Yakası’nın son durağını teşkil eden Piazza Vittorio Veneto da Po Nehri’ni geçerek Batı Yakası’na giderken ziyaret edilmeye değer bir diğer tarihi bölge. I. Dünya Savaşı’nda İtalyanlar’ın son cephesi olan ve ismini Avusturya-Macaristan imparatorluğu üzerindeki kesin galibiyetin ilan edildiği Vittori-Veneti Muharebesi’den alan revaklarla çevrili meydanda çeşitli restoran ve kafeler yer alıyor.
Torino meydanlar olduğu kadar aynı zamanda bir müzeler şehri. Bu müzeler içinde üç tanesinden özel olarak söz etmek istiyorum: Museo Egizio (Mısır Müzesi) sergilenen 37 binin üzerindeki parçayla Kahire’deki Mısır Müzesi’nden sonra dünya üzerinde Eski Mısır Medeniyeti arkeolojisi ve antropolojisine adanmış en önemli ikinci müze olarak kabul ediliyor. Bir milyona yakın ziyaretçi sayısıyla da İtalya’nın en çok ziyaret edilen müzeleri arasında Sardinya Kralı ve Savoy Dükü Charles Emmanuel III tarafından toplanmaya başlayan koleksiyon zamanla büyüyerek bugünkü halini almış. Açıkcası Eski Mısır Medeniyeti çok ilgimi çekmediğinden dolayı müzede çok fazla vakit harcamadım ama özel olarak Mısır’a ve genel olarak da eski çağ medeniyetlerine ilgi duyanlar için ziyaret edilmesi zorunlu bir müze.
Mole Antonelliana günümüzde Torino’nun simgesi olarak kabul edilen anıtsalsal yapılar içinde belki de en önde geleni. Mimarı Alessandro Antonielli’nin adıyla adılan bina başlangıçta bir sinagog olarak tasarlanmış. Bir ara Museo Nazionale del Risorgimento’ya da ev sahipliği yapan bina 2000 yılından bu yana dünyada benzerleri içinde çok önemli bir yere sahip olan Museo Nazionale del Cinema’yı (Ulusal Sinema Müzesi) ağırlıyor. Sağlık nedenlerinden dolayı kışlarını aralarında Torino’nun da olduğu İtalyan şehirlerinde geçiren Nietzche bu yapıya ayrı bir hayranlık duyarmış. Berlin Teknik Üniversitesi Mimarlık Bölüm Başkanı Jörg H. Gleiter “Aber Turin!” Nietzsches Entdeckung der Stadt (“Ama Torino! Nietzche’nin Şehri Keşfi) başlıklı makalesinde Nietzche’den yaptığı şu alıntıyla modern felsefeyi en çok etkileyen filozoflardan birinin yapıya dair hayranlığını ortaya koyuyor: “Erkenden Mole Antonelliana’nın yanından geçtim, belki de inşa edilmiş en parlak mimari eser – garip bir biçimde adı yok – yükseklere doğru mutlak bir hareketin sonucu olarak(…)”
Binanın mimari ihtişamına çok yakışan bir şekilde tasarlanmış sinema müzesi modern dünyanın bu en popüler ve etkiline sanatına görkemli bir saygı duruşu. Filmlerden sahnelerin fiziksel canlandırılması yanında bazı önemli filmlerin senaryo el yazmalarından festival ve sinema afişlerine; sinemada iz bırakmış yapıtların önemli sahnelerinin gösteriminden Fellini gibi bu sanata damga vurmuş yönetmenlerin özel eşyalarının sergilenmesine kadar sinemaya dair detaylarla donanmış canlı ve dolu dolu bir müze Museo Nazionale del Cinema. Tadını çıkarmak için en az iki gün harcanması gereken müze benim için her zaman Torino ile özdeşleşen en özel mekan olarak kalacak.
Torino, Ferrari ve Lamborghini gibi markaların doğum yeri olan Modena ile beraber İtalyan Otomotiv sektörünün merkezi. Fiat ve onun genel şemsiyesi altında yaşamlarına devam eden Lancia ve Alfa Romeo gibi en büyük İtalyan markalarına ev sahipliği yapan şehir sadece İtalya’nın değil dünyanın da en önemli otomotiv şehirlerinden biri konumunda. Bu yüzden de otomotiv sektörüyle ve otomobillerle bu kadar özdeşleşen bir şehrin otomobil tarihine adanan bir müzeye sahip olması hiç şaşırtıcı değil. Museo Nazionale dell’Automobile (Ulusal Otomobil Müzesi) şehre ekmeğini, refahını ve karakterini vermiş bir endüstriye ve belki de 20. Yüzyıl’ın en önemli kitlesel fetiş nesnelerinden biri olan bir nesneye karşı şehrin bir saygı duruşu.
Amedeo Albertini’nin otomotiv sektörünü anımsatan modern binasında yer alan müzede ağırlıklı İtalyan olmak üzere bazıları kült statüsüne yükselmiş Fransız, Alman, İngiliz, İspanyol, Amerikan arabaları da yer alıyor. Kronolojik bir düzenle tasarlanmış sergi bölümü otomobillerin ortaya çıktığı 19. Yüzyıl’ın sonundan günümüze kadar otomotiv sektörünü Cisitalia 202 (1947), Fiat Turbina (1954) veya Fiat 500 (1957) gibi bazıları tasarım ve teknoloji açısından neredeyse mitolojik bir boyut kazanan örnekler aracılığıyla sergiliyor. Videolar ve interaktif gösterilerle öğrenme ve eğlenme deneyimini bir üst seviyeye çıkaran müzede bir otomobil meraklısı ve oyuncak araba koleksiyoncusu olan oğlum Keremle neredeyse zamanı unutarak saatler geçirdik. Özellikle çocukluğumda tesadüfen hediye gelen bir modelinden sonra en çok hayranı olduğum otomobil markalarından biri olan ama maalesef çok kısa bir süre, 1965-74 yılları arasında üretilen ISO Grifo’nun farklı bir modeli ile karşılaşmak benim için büyük ve hoş bir süpriz oldu.
Müzenin tek zayıf yanının hediyelik eşya satan müze mağazası olduğunu da belirtmek isterim. Böyle biz müzenin mağazasından beklentim çok yüksekti ancak sadece Kerem’e anı olması açısından bir tişört alabildik.
Torino pek çok Avrupa şehri gibi bir nehrin, Kuzey İtalya’ya bolluk-bereket getiren ve bölgenin önemli bir endüstri ve tarım merkezi olmasını sağlayan Po’nun üzerine kurulmuş. Nehir şehri Doğu ve Batı olmak üzere iki yakaya bölüyor. Şehrin hemen hemen tüm önemli anıtları, sokaklar, caddeleri ve meydanları Doğu Yakası’nda yer alıyor ama Torino’da iki günden fazla vakit geçireceklere kesinlikle Batı Yakası’nı da ziyaret etmelerini öneririm. Vittorio Emanuele I Köprüsü üzerinden geçilen ve diğer yakaya göre daha sakin olan bu bölgenin huzurlu ara sokaklarında yer alan küçük ama şık kafelerde güzel zaman geçiriliyor. Buna ek olarak neo-klasik mimarinin görkemli bir örneği olan ve hemen köprünün sonunda yer alan Gran Madre di Dio (Tanrının Büyük Annesi) kilisesi Batı Yakası’nın görülmeye değer mimari yapıtlarının en başta geleni.
Torino, ilk bakışta mütevazi gibi gözüken; amiyane tabirle ’insanın gözüne sokmayan’ ama tıpkı merkezi olduğu ‘Slow Food’ hareketiyle uyumlu bir şekilde, yavaş yavaş derinliğine vakıf oldukça çeşitliliği ve kalitesini gösteren ve tadına varılan bir gastronomi merkezi. Şehrin ana merkezlerinin ve ana caddelerinin çevresi bir asrın çok üzerinde faaliyette olan kafeler ve restoranlarla çevrili.
Özellikle Savoy Hanedanı’nın Fransız kökenlerinin de etkisiyle pastahanecilik ve çikolatacılığın çok geliştiği Torino bu anlamda sevenler için bir çikolata ve tatlı cenneti.
İtalyan Mutfağı ve Yemek Kültürü’nün küresel düzeyde popüler temsilcileri arasında yer alan Eataly, dünyanın en büyük yedinci kahve markası Lavazza (markanın kahvelerini sunan tarihi Piazza San Carlo’daki Caffe Torino deneyim için ziyaret edilebilir. Daha otantik ve tarihi bir deneyim içinse markanın ilk kurulduğu Via San Tomasso 10 adresindeki dükkana gidilmeli) ve 1863’de kurulan ve bugün kokteyl denince ilk akla gelen marka olan Martini Torino ile özdeşleşen ve küresel düzeyde tanınan gastronomi markaları. Öte yandan butik olarak kalmış ve üst düzey Italyan gastronomisinin mükemmeliyetçiliğini temsil eden Torino merkezli Bava (şarap), Caffe Costadora, Gobino (Çikolata), Lauretana (şişe suyu), Pastifico Defilippis (artizan makarna), Gelati Pepino 1884 (dondurma), Leone (geçmişte Savoy Hanedanı’nın resmi tedarikçisi olan şekerlemeci), Varvello (şarap sirkesi), Molini Bongiovanni (un) gibi marka ve mekanlar da Torino gastronomisi söz konusu olduğunda dikkate alınmalı.
Çarşı-pazar gezmeyi sevenler; pazar denince aklına domates-biber-patlıcan dışında don-atlet, aksesuar ve hatta ikinci el marka ürünler de gelenler için 4500 m2’lik alanıyla Avrupa’nın en büyük açık hava pazarı olan Mercato di Porta Palazzo kesinlikle görülmeli. Sebze-meyve dışında alışveriş yaptık ama aklım o mis gibi kokan boy boy renk domateslerde, taze sebze-meyvelerde ve peynircilerde kaldı. Torino’da bir lasagna di melanzane yapamadan gittiğime üzüldüm ama daha sonra bunu Sardunya’da telafi ettim. Yine de o domates ve patlıcanlarla nasıl olurdu diye de düşünmüyor değilim.
Torino, elbette sadece Savoy Hanedanı’nın şık ve zarif tarihinden süzülerek günümüze ulaşan bir ‘monarşi’, müzeler ve şık kafeler şehri değil. Her ne kadar özellikle güneydeki İtalyan kentlerinin cana yakın atmosferini bulmak pek mümkün değilse de, ki ben bundan hiç şikayetçi olmadım keza ben Kuzey İtalya’yı daha çok severim, şehrin kendine özgü bir havası, atmosferi ve canlılığı var. Örneğin bir akşamüstü Via Roma’da dolaşırken ihtişamlı Galleria San Federico’da iki kişiden oluşan bir sokak müzisyen grubunun müthiş sokak konserine denk geldik. Kısa sürede etraflarında geniş bir kalabalık toplayan ikili Singapurlu bir turistin isteği üzerine muhteşem bir yorumla Bella Ciao’yu seslendirmeye başladılar ve kısa sürede bizim de aralarında bulunduğumuz dinleyicilerin de katılımıyla şarkı küçük çaplı bir sokak şenliğine dönüştü ve anılarımızda unutulmaz bir yere sahip olacak.
E le genti che passeranno,
o bella ciao, bella ciao, bella ciao ciao ciao,
e le genti che passeranno
mi diranno «che bel fior (Tüm oradan geçecek olan insanlar/o bella ciao, bella ciao/ve tüm oradan geçecek insanlar/“ne kadar güzel bir çiçek” diyecekler)
Bizim de Torino’ya “ciao” deme vaktimiz geldiğinde, bu vedaya ona uğrayan ve ondan geçen herkesin dediği gibi “che bella città” (ne kadar güzel bir şehir) da ekliyoruz ve şehrin önemli yapıtlarından biri olan ana tren istasyonu Porta Nuova’dan trenimize biniyoruz. Floransa’da vereceğimiz kısa bir mola sonrasında istikametimiz bir kez daha ‘sonsuz şehir’….
Kapak Fotoğrafı: Bülent Tunga Yılmaz
İlginizi çekebilir: Fahriye Şentürk’ten Ischia ve Procida
İlk yorumu siz yazın!