Yönetmen Ümit Ünal ile: "Aşk, Büyü vs." Filmi Üzerine
57. Antalya Altın Portakal Film Festivali’ndan Jüri Özel Ödülü’yle dönen ve 39. İstanbul Film Festivali’nde Altın Lale’nin sahibi olan Aşk, Büyü vs.’nin MUBI’de gösterime girmesi üzerine filmin yazar ve yönetmeni Ümit Ünal’la keyifli bir sohbet gerçekleştirdik. Geçtiğimiz günlerde Kanada’nın en önemli LGBTIQ+ film festivali InsideOut’ta da seyirci ödülüne layık görülen film, yirmi yıl sonra bir araya gelen iki kadının geçmişte kalan aşklarını yeniden keşfetmelerini konu ediniyor. Aşk, Büyü vs. üzerine geçtiğimiz sene kaleme aldığım yazıya buradan ulaşabilir ve filmi MUBI’de izleyebilirsiniz.
Merhaba Ümit Bey. Söze Aşk, Büyü vs.’nin başarısını tebrik ederek başlamak istiyorum. Filmi geçtiğimiz sene İstanbul Film Festivali kapsamında izlemiştim ve o günden beri benimle yaşamaya devam eden bir hissi var. Takip ettiğim kadarıyla da bütün gösterimlerinden aynı şekilde olumlu yorumlar aldı ve almaya devam ediyor. Sizce Aşk, Büyü vs.’nin seyircide bu denli bir etki bırakmasının sırrı nedir?
Çok teşekkür ederim. Bunun bir sırrı yok aslında. Sırrını bilseydik zaten her filmde yakalamaya çalışırdık açıkçası ama her filmde olamıyor. Ben elimden geldiği kadar bütün filmlerimde samimi bir dil tutturmaya çalışıyorum. Tabii ki bazı filmler tamamen kendi kontrolümde olamıyor. Çok büyük bütçeli filmlerde yapımcı, oyuncu, dağıtımcı vs. gibi birçok farklı ses olabiliyor. Böyle filmlerde tamamen o sorumluluğu üstlenip buradaki her şeyi tam istediğim gibi söyledim diyemiyorum. Ancak benim inisiyatifimde gelişen ve kendi kontrolümde yapabildiğim filmlerde mümkün olduğu kadar böyle samimi bir ton tutturmaya ve seyirciyle bir manada sohbet etmeye çalışıyorum. Bu filmde o samimi ton özellikle geçti sanırım. Şu an televizyon dizilerinin çoğu ya da sinema için yapılan birçok film samimiyetsiz bir tonda cereyan ediyor. Bu filmde ise sahte bir şey yok. Elimden geldiğince gerçek bir hikâye anlatmaya çalıştım. O da sanırım insalara dokunuyor. Yani oradaki gerçeklik duygusunu yakalıyorlar.
Bu noktada düşük bir bütçeyle çalışmanının da filmin yakaladığı o samimi tonda etkisi olduğunu söyleyebilir miyiz sizce?
Bu da olabilir. Yani filmin sadece anlattığı hikâye ya da içeriği değil, aynı zamanda sinema dili de samimi. Dediğiniz gibi bütçemiz çok küçük olduğu için öyle büyük setler kuracak imkanlarımız yoktu. Bizim setimizde figüran bile yoktu. Adanın kendi kalabalığını olduğu gibi kullandık. Vapurlarda, lokanta sahnelerinde oturan insanlar gerçek insanlar (Arkada gözükmeye razı mısınız diye izin aldık tabii ki). Dolayısıyla böyle bir filmin sinemasal olarak da dilinde bir doğallık var. Birçok filmde onu yakalayamıyorsunuz. Büyük bir set kurmak zorundasınız. Trafiği engellemek zorundasınız. Her şeye dikkat etmek zorundasınız. Burada baş oyuncular dışında neredeyse herkes gerçek.
Ne yazık ki filmin Antalya sonrası gösterimi pandemi dönemine denk geldi ve seyirciyle çevrimiçi gösterimler aracılığıyla buluşmaya devam ediyor. Peki bu çevrimiçi gösterim süreci sizin için nasıl geçti, geçiyor? Seyircinin tepkisini internet üzerinden takip etmek nasıl bir deneyim?
Film ilk kez Antalya’da gösterildiğinde seyirciden olağanüstü olumlu bir tepki gelmişti. Hiçbir filmimde o kadar yoğun bir tezahürat duymamıştım. Bütün salon ayaktaydı. Yılların tecrübesiyle genel tepkinin de ona benzeyeceğinden emin gibiydim; çünkü bir film yapınca artık nasıl bir tepki geleceğini de tahmin edebiliyorum. Bu film için genel anlamda seyircinin de beğeneceğini biliyordum. Yine de tahminimi de aşan bir ilgi ve sevgiyle karşılaştım. MUBI’de ilk gösterimine girdiği andan itibaren Twitter üzerinden acayip mesajlar almaya başladım. Belki de daha önceki filmlerim sosyal medyayla bu kadar içli dışlı olmadığından çok şaşırdım. Yakın dönem filmlerimden Sofra Sırları çıktığında sinemada sınırlı bir seyirciye ulaşmıştı mesela. Aşk, Büyü vs. belki çevrimiçi çıktığı için birden bire çok seyirciye ulaştı. Ancak başta konuştuğumuz şeye geri döneceğim. Seyirciler bu filmle çok daha yakın bir ilişki kurdu gibi geliyor. Bir sevgi ilişkisi. Sosyal medya üzerinden direkt bana uzun mesajlar atıyorlar. Bu durum çok hoşuma gitti ve bir yandan da çok mutlu oldum.
Filmde altı çizilen noktalardan biri de sınıf meselesi. Hatta filmin bir noktasında Reyhan, ikili arasındaki ilişki için “zengin kız, fakir kız” gibi bir benzetmede bulunuyor. Bu sınıf anlatısı üzerinden Aşk, Büyü vs., Yeşilçam’la nasıl bir bağ kuruyor olabilir ya da Yeşilçam’dan alıp getirdiği şey nedir?
Yeşilçam’da doğdum, büyüdüm diyebilirim. Son günleri de olsa Yeşilçam’ı tanıma ve Ertem Eğilmez’le, Atıf Yılmaz’la, Halit Refiğ’le çalışma şansım oldu. Dolayısıyla onlardan eminim ki çokça etkilenmişimdir. Zaten Türkiye’de doğup büyüyüp de Yeşilçam filmlerini bilmeyen, onlardan etkilenmeyen insan çok azdır herhalde. Bir yandan dalga geçeriz “fakir kız, zengin oğlan” klişesiyle; fakat bir yandan da kendimizi sık sık o tür klişe durumların içerisinde buluruz. Evet, filmin Yeşilçam melodramlarına göndermesi var. Hatta pek çok insan bunu bana göre daha yoğun bir şekilde hissetmiş. Yeşilçam melodramlarının modern bir yorumu olarak görenler de var. Ben tam öyle görmüyorum. Bu üçlü aşk hikâyelerine ve zengin kız, fakir kız anlatısına bir tür cevap aslında. Ancak bu bir pastiş, parodi ya da Yeşilçam’ın modern bir yorumu değil. Benim için o gönderme, tam da Reyhan’ın o sahnede söylediğinden ibaret: “Zengin kız, fakir kıza tutulur. Melodramın kralı”. Benim için o kadar. Çünkü normal bir Yeşilçam melodramında olaylar hiçbir zaman böyle gelişmez ve zaten bu karakterler başrol de olamaz. Dolayısıyla o yorumlara tam olarak katılmıyorum; fakat oradan gelen bir etki tabii ki var.
Bu karakterlerin Yeşilçam’da başrol olamayacağından bahsettiğiniz noktada sinemamızdaki kuir hikâyeler üzerine bir soru sormak istiyorum. Ne yazık ki günümüz Türkiye sinemasında kuir hikâyelerin temsili oldukça az ve Aşk, Büyü vs. artık bu temsilin önemli bir parçası. Bu coğrafyada kendi hikâyelerini anlatmak isteyen kuir sinemacılara nasıl önerilerde bulunabilirsiniz?
Öncelikle işin ticari tarafını düşünmemek lazım. Türkiye’de LGBTIQ+ temalı filmler ticari anlamda iş yapamıyor. Mesela Ferzan Özpetek’in İtalya’da gişe rekorları kıran bir filmi burada çok az seyirci topluyor. Dolayısıyla yapımcılar LGBTIQ+ temalı işlerden kaçınıyorlar(dı). Şimdi bunun üzerine politik bir taraf da eklendi ve eskinin ticari kaygıları artık politik bir kaygıya da dönüşmüş durumda. Bu yüzden kuir temalı bir film yapmak isteyen bir sinemacının büyük bütçeli bir iş yapmayı unutması ve kendi olanaklarını yaratması lazım. Aşk, Büyü vs. de öyleydi. Bu film eğer küçük bütçeli tasarlanmasaydı çekmek imkansızdı; çünkü hiçbir yapımcı yanaşmıyordu. En temel mesele bu. Sonra da tabii ki her sanatçının dikkatli olması gereken birçok şey var. İnsan, kuir bir film yaparken de politik manada yanlış şeyler söyleyebilir. Hâlâ egemen bakışla düşünerek bir hikâye kurmuş olabilir. O hikâyeyi içeriden anlatmak oldukça mühim.
Reyhan ve Eren karakterlerini yazarken ve aralarındaki ilişkiyi kurarken sinema tarihinden ya da edebiyattan esinlendiğiniz bir eser var mı? Özellikle filmin açılışındaki Denise Levertov’nun The Secret şiirinden alınan kısmın bu iki kadınla olan ilişkisi nedir?
Şiir merakım var. Sıklıkla okuyorum ve özellikle de İngilizce şiirleri takip ediyorum. O şiir de senaryoyu yazarken internette tesadüfen karşıma çıkmıştı. Daha önce bildiğim bir şair değildi aslında; fakat okudukça çok ünlü olduğunu öğrendim. Aşk, Büyü vs.’nin hikâyesine de çok yakıştığını düşündüm ve dolayısıyla çok severek kullandım bu alıntıyı. Onun dışında etkilendiğim tabii ki birçok film, hikâye, roman vardır. Tek tek isim verip şundan çok etkilendim diyebileceğim bir eser var mı diye düşünüyorum. Sanırım yok ama aralarında zıtlık olan karakterler, her zaman çok hoşuma gidiyor. Daha önceki işlerimde, hikâyelerimde, romanlarımda da benzerleri görülebilir. Biri daha çok okuyan ve birikimli, öbürü ise bir parça daha hafif ve hercai. Biri yirmi yıl içerisinde okumayı bırakmış, daha düz bir insan hâline gelmiş. Diğeri ise o sırada bambaşka bir insan olmuş. Belki mektuplar konusunda Balzac’ın İki Gelinin Hatıraları kitabından bahsedebilirim. Böyle bir hikâye düşündüğümü arkadaşıma anlattığımda bana o kitabı önermişti. Tamamen mektuplardan oluşan bir kitap. Filmdeki mektup kısımları için bu kitabın adını anabiliriz. Reyhan’ın o mektuplarında özellikle genç bir kızın sesini yakalamaya çalıştım. Böyle edebiyat meraklısı, yazmaya özeniyor. Cümlelerinde edebiyat yapmaya çalışıyor. Twitter’da filmdeki diyalogların yapay olduğuna dair birkaç yorum okumuştum. Sanırım diyaloglar için yapay diyebileceğimiz tek kısım buralar.
Aslında o sözler edebiyata özenen genç bir kızın sözleri ve dolayısıyla yapay olması da işin doğalında olan bir şey.
Tabii, o sözler benim değil. Genç bir kız, edebiyat yapmaya çalışarak yazıyor o aşk mektuplarını. Öyle bir ses yakalamaya çalıştım. Bunu karakterlerin konuşmalarında da görebiliriz aslında. Reyhan, Eren’e göre böyle daha ağır konuşuyor. Orada da Reyhan gibi edebiyattan çok beslenmiş bir kadın böyle konuşur diye düşündüm. Belki o da benim dilim değil, ona yakıştırdığım bir dil diyebilirim.
Genellikle filmlerin çekimleri sırasında ya da sonrasında kurguya girmeyen, senaryodan atılan sahneler olabiliyor. Bu filmde öyle bir sahne var mı? Varsa o sahnelerin çıkarılması anlatıda nasıl bir değişiklik yarattı?
Aslında yok. Böyle çok küçük bütçeli işlerde mümkün olduğu kadar senaryoda her şeyi çözmek ve gereksiz hiçbir şey çekmemek planıyla hareket ediyorum. Çünkü başka türlüsü mümkün değil. Ne kadar az deneme-yanılma olursa o kadar iyi diye düşünüyorum. Belki Reyhan’ın sevgilisi Gökhan karakterinden bahsedebiliriz. Gökhan, iki kadını filmin bir noktasından sonra sürekli olarak izliyor. Orada Gökhan’ın karşılıklarını hep çekmiştim aslında. Kadınları izlerken Gökhan’ı da görüyorduk; fakat o planları sonrasında attım mesela. Çünkü kamera öznel açısıyla ve hafif oynamasıyla orada olduğumuzu zaten hissettiriyordu. Orada bir insan olduğunu anlıyoruz, biliyoruz.
Aslında Gökhan karakterinin bir noktadan sonra kendi içerisinde toplumu da temsil eden bir görüş açısına dönüştüğünü söyleyebilir miyiz?
Evet, evet. Tam da o etkide olsun diye Gökhan bir noktadan sonra ortadan kayboluyor. O, yavaş yavaş aradan çekilsin ve bir noktadan sonra seyircinin gözü olsun istedim. O his seyirciye geçiyor sanırım.
Son sorum filmin finaliyle ilgili olacak. Finaldeki “havada kalmışlık” hissini, kişisel olarak umut verici bulduğumu söylemeliyim. Erkek karakterin büyüyü bozmasıyla bundan sonrasında olacaklara artık kadınlar karar verecek aslında ve bu karakterlere sunulan özgürlük beni çok heyecanlandırdı. Peki, bundan sonrasında Reyhan ve Eren’i neler bekliyor?
Valla orası artık Reyhan ve Eren’in kararı. Reyhan orada kalamayacak, o kesin. Ancak bundan sonra beraber olurlar mı veya mutlu olurlar mı? Bu, onlara bağlı yani. Başka bir röportajda da söylemiştim. Asıl zor olan bundan sonrası. Bütün engeller ortadan kalktığında bile birlikte olabilmek. Şu an ne Reyhan’ın ne de Eren’in hayatında dışarıdan bir engel var artık. Ancak Eren’in sofrada söylediği bir laf var: “İnsanı kendinden nefret ettiriyorlar. Pis bir koku gibi içine yerleşiyor ve bir türlü kurtulamıyorsun ondan” diyor. Bence mühim olan bu. O kokudan kurtulabilecekler mi? Birlikte yaşayabilecekler mi? Reyhan ve Eren artık kendi başlarına karar vermek durumundalar.
Aşk, Büyü vs. üzerine geçtiğimiz sene kaleme aldığım yazıya buradan ulaşabilir ve filmi MUBI’de izleyebilirsiniz.
Kapak Fotoğrafı: MUBI
İlginizi çekebilir: Emre Eminoğlu’ndan Bilmemek İncelemesi
İlk yorumu siz yazın!