Ünlü Mimarlar ve Müzeleri: Sergi ile Mekân Arasındaki İlişki
Mimarlık tarihinde sanat kurumu ve müze yapılarının önemi araştırmacıların ve okuyucuların ilgisini toplayan bir konu. Müze denildiğinde sanat koleksiyonu, müzenin yapısı, müzenin süreli sanat aktiviteleri ve süreli sanat sergileri aracılığıyla ziyaretçilerle kurduğu bağ gibi birçok şey akıllara gelebiliyor. Sizlere bu yazıda sanat koleksiyonları ve süreli sergilerin yanı sıra müze yapılarıyla da öne çıkmış müzeler ve sanat kurumlarından örnekler paylaşacağım.
Müze ya da sanat merkezi denildiğinde genellikle akıllarımızda ilk beliren görüntü sanat eserleri olabiliyor. Fakat müze kavramında eserin kendisinin yanı sıra sergilendiği mekân ve sergilenme biçimi de çok büyük bir rol oynuyor. Günümüzde kültür ve sanat alanında akademik çalışmalar yapan ve akademik projeler yürüten akademisyenler, mekân kavramının sanatçı, sanat eseri ve sanat izleyicisi üzerindeki etkisi ve diğer bir açıdan da bakarak sanat eserinin mekân üzerinde oluşturduğu etki gibi konularda araştırmalar yürütüyor. Bir sanat eserinden etkileniyoruz, bir sanat eserine beğenme ya da beğenmeme hissi duyuyoruz fakat araştırmacılar ve akademisyenler soruyorlar, araştırıyorlar ve örneğin ziyaretçilere diyorlar ki: “Beğendiğinizi hissettiğiniz ya da yakınlık kuramadığınız bu esere baktığınızda sergilendiği alan açısından da bir yakınlık ya da uzaklık hissettiniz mi?“. Buna benzer sorular kültür-sanat ve mekân üzerinde gerçekleşen araştırmacılar arasında oldukça yaygın.
Konuyu farklı bir açıdan daha bakmak istiyorum. Kendiniz için bir seyahat rotası hazırladığınızı düşünün. Bir ülkede birkaç şehri kapsayacak bir seyahat planı düşünüyorsunuz ve sanata ya da mimari eserlerle çok ilgiliyseniz zaman zaman sadece bir ya da iki müze ya da sanat merkezini görmek için bir şehri seyahat planlarımıza ekleyebiliyorsunuz. Bu noktada müzelerin sanat koleksiyonları, etkinlikleri ve süreli sergilerinin yanında müzenin yapısının hatta müzenin mimarının, projede aktif olan mimarlık şirketinin ziyaretçi açısından etkileyici bir rol oynadığını görebiliyoruz. Çünkü daha önce ilgimizi çeken bir mimarın ya da sanatçının başka bir eserini görme umuduyla da bazı rotaları seyahatlerimize ekliyor olabiliriz.
Benim en ilgimi çeken kısım ise müze ya da sanat alanının restorasyon sürecinden çıkmış, kültürel miras açısından önemli bir yere sahip olması ve bu alanda güncel sanat eserlerinin sanat izleyicisiyle buluşturulması. İstanbul’da bulunan bazı sanat kurumlarının bu alanda oldukça önemli bir rol oynadığını düşünüyorum.
Restorasyon sonucu güncel sanat eserlerinin sergilendiği tarihi bir yapı da olabilir özel tasarlanmış bir müze binası da, yapıların akılda kalıcılığı ve dikkat çekiciliği açısından üç mimar son zamanlarda dikkatimi çekiyor. Frank Lloyd Wright, Frank Gehry ve Alexandre Vallaury gerçekleştirmiş olduğu mimari projeleriyle öne çıkan mimar ve tasarımcılardan sadece bazıları. Fakat bu üç mimarla ilgili ortak bir özellikten bahsetmek gerekirse eserlerinin dünyanın farklı bölgelerinden birçok ziyaretçiyi, sırf bu yapıları görmek için farklı konumlara seyahat etme motivasyonu sağlamış olmaları diyebilirim.
Frank Lloyd Wright tarafından tasarlanan Solomon R. Guggenheim Müzesi’ni ziyaret etmek için her yıl birçok turist New York şehrine yolculuk ediyor. Bu ziyareti planlayan yolcuların bazıları bu yapıyı ilk kez yüz yüze görüyor. Yapı hakkında öğrenmiş olma biçimleri ise genellikle mimari eserlere, mimarlık tarihine, sanat tarihine olan ilgisiyle alakalı veya eğitim döneminde, kitaplarda, dijital platformlarda karşılarına çıkmasıyla bu yapılara merak duyuyorlar.
Mimari eserleri görebilmek umuduyla seyahat etmek günümüze özel bir durum değil. Müze olsun ya da bir antik kent olsun, bir opera binası, bir kütüphane aklınıza gelebilecek birçok farklı eser düşünün, geçmişte olduğu gibi günümüzde de insanlar farklı yapıları görebilmek amacıyla yolculuklar yapmaya devam ediyorlar.
Mimarlık tarihçisi Ian Sutton’ın, Batı Sanatı ve Mimarisini ele aldığı Western Architecture adlı kitabının, Klasisizm’in Geri Dönüşü adlı başlık altında incelediği makalesinde de bahsettiği gibi, yeni arkeolojik keşifler bazı mimarlık akımları ve stillerin tekrardan yaygınlaşmasına, önceden yaşamış insanların ve toplumların yaşam şekillerine ve yapılarına bilgi kazanmamıza neden olmuş ve tasarlanan yapılar zaman zaman bu keşiflerden etkileniyor. Ian Sutton’ın da not ettiği gibi, Pompeii ve Herculaneum’ın arkeolojik keşfi ile Antik Roma Mimarisi hakkında akademik çalışmalar yürüten araştırmacılar detaylı bilgilere ulaşmış ve bu da 18. ve 19. yüzyıllarda Neoklasik Mimarinin oluşumuna hız kazandırıyor.
Örnek vermek gerekirse Londra’da bulunan Somerset House, Paris’te bulunan Madeleine Kilisesi, Liverpool’da bulunan St. George Meydanı, Neoklasik Mimari tarzının örnekleri arasında. Antik Yunan ve Antik Roma gibi dönemlerinde tasarlanmış yapıların özellikleri dikkate alınarak ve o tarzda tasarlanan Neoklasik Mimari’yi daha iyi anlamak için eski çağlardan günümüze, restorasyon ve arkeoloji çalışmalarıyla ulaşmış olan antik kentleri ziyaret etmek ilgi çekici bir fikir olabilir. Neoklasik mimarinin en ilgi çekici unsurlarından bazıları genellikle dor düzenindeki sütun başlıklar.
Günümüze yakın sayılabilecek bir zaman diliminde Neoklasik Mimarı üslubu mimarlar arasında yaygınlaşmaya başladığında, bu yapıların çoğunlukla karşınıza çıkabileceği ülkelere ilham almak, öğrenmek ya da sadece mimari stilinden hoşlandığınız bir yapıyı görmek amacıyla seyahatte bulunan kişiler vardı. Günümüzde de bu bahsedeceğim yapılar ve burada bahsedemeyeceğim kadar çok sayıda ve dünyanın farklı bölgelerinde, farklı mimarlar tarafından farklı mimari üsluplarla tasarlanmış müzeler birçok kişi tarafından görülüyor. İstanbul’a da genelde Art Nouveau akımında tasarlanmış yapıları, Osmanlı Dönemi ve Bizans Dönemi yapılarını keşfetmek için gelen kişiler var. Bu durumda, bir mimari eseri görmek için bir semti, bir şehri ya da bir ülkeyi keşfetmek yaygın bir gezi biçimi.
Müzelere ve sanat kurumlarına dönmek gerekirse günümüzde bir müze, sanat galerisi ya da sanat alanı olarak sanat eserleri barındıran yapıların bazıları da ilk tasarlandığı yıllarda farklı bir amaçla tasarlanmış yapılar olarak karşımıza çıkıyor.
İstanbul’dan birçok örnek verebilirim sizlere. Mesela Tophane-i Âmire Kültür ve Sanat Merkezi, ilgi çekici sanat sergilerine ve sanat etkinliklerine ev sahipliği yapan bir yapı. Tophane-i Âmire Kültür ve Sanat Merkezi, ilk tasarlandığı yıllarda bir müze olarak kullanılma amacı yoktu. Zeyrek Çinili Hamam ise başka bir örnek, Mimar Sinan tarafından tasarlanan bu yapı, günümüzde hem bir hamam hem de bir müze. Hatta yakın zamanda Anlam Arslanoğlu De Coster küratörlüğünde Kalıntıların Şifası sergisiyle sanatseverlerin oldukça ilgisini çekmişti. Başka bir örnekte Galata Rum Okulu, sanat sergilerini sanatseverlerle buluşturan bu yapı şuan genellikle sanat etkinlikleriyle bilinse de bir okul olarak faaliyet göstermekteydi.
İlginizi çekebilir: Burcu Dimili’den Zeyrek Çinili Hamam
Bu farklı yapılar insanları sanatla buluşturuyor fakat bizi her sanatla buluşturan yapıyı müze olarak adlandırmalı mıyız bu da akademik anlamda araştırmacılar tarafından tartışılan bir konu. Zaten sanatın sergilenme biçimi, küratörlük ve bu mekanla izleyicinin ilişkisi her zaman araştırmacılar tarafından dikkat çeken bir konu olmuştur. Fakat ben İstanbul’un farklı semtlerinde karşımıza çıkan, restorasyon sürecini tamamladıktan sonra sanatseverleri sergilerle buluşturan bu sanat alanlarının oldukça etkileyici olduğunu ve ilgi çekici bir sanat deneyimi yaşattıklarını düşünmekteyim.
Sanat alanlarını ve müzeleri ziyaret etmekten hoşlananlara kendi fikrimi paylaşmam gerekirse diyebilirim ki her iki sanat deneyimi kendi içinde etkileyici. Müze binası olarak planlanan ve buna göre tasarlanan yapılarda sergi gezmek de farklı bir işlevde tasarlanıp daha sonra müzeye ya da sanat alanına dönüşen yapılarda sergi ziyaret etmek de oldukça etkileyici. İkisinden hangisini daha çok sevdiğimi sorarsanız, buna kesin bir yanıt veremeyeceğimi tahmin ediyorum.
Her detayı bir müze olacak şekilde düşünerek tasarlanmış ve bu konuda işleriyle ziyaretçilerin ve müze ekibininin onayını ve beğenisini almış, kendi aramızda modern diye adlandırdığımız yapılarda bulunan bir sergiyi ya da koleksiyonu ziyaret etmek de çok etkileyici bir deneyim elbette.Mesela Renzo Piano tarafından tasarlanan İstanbul Modern Müzesi, bu alanda örnek verebileceğim bir müze olmakta.
Fakat yapılarında geçmişten gelen katmanlı bir bağ barındıran yapılardaki sergiler de tarih sevenler için ilgi çekici olabilir. İBB Miras tarafından restorasyonu tamamlanan Bulgur Palas gibi yapılarda güncel sanat eserlerini deneyimlemek de çok etkileyici.
Aynı zamanda Frank Gehry’nin Paris’te tasarladığı bir sanat kurumu olan Louis Vuitton Vakfı’da etkileyici mimari tarzıyla daha yenilikçi tasarımlardan hoşlanan sanatseverlerin dikkatini çekebilir. İsterseniz gelin şimdi beraber, dikkatimi çeken birçok müze ve sanat kurumunun yapısı arasından sizlerle üç örnek paylaşarak yazının sonuna yaklaşayım.
Ünlü Mimarlar ve Müzeleri
Solomon R. Guggenheim Müzesi ve Frank Lloyd Wright
1900lü yılların başında mimari eserlerleriyle dikkat çekmiş bir isim Frank Lloyd Wright, fikrimce tasarladığı müzeler değil sadece şimdi, yüzyıllar geçse de bir özgünlüğe sahip olacak, kendisinin eserleri müzelerin koleksiyonları kadar yapısıyla da ziyaretçileri etkilemeye devam edecek. Benim pozitif bir ilgi ve merakla yaklaştığım bu yapı elbette birçok kişinin zevkine hitap etmiyor olabilir. Hatta yakın çevremde bu yapıya ısınamadıklarını söyleyenler de mevcut. Fakat merak edenler ya da benim gibi Frank Lloyd Wright’ın mimari eserleri ile ilgilenenler için biraz detay vermek istiyorum.
Mimarlık tarihçisi Ian Sutton bir makalesinde Frank Lloyd Wright’ın eserlerinde, ilham almanın kendisi için çok önemli olduğu fakat mimarlık akımlarına dahil olmamayı tercih ettiğini belirtiyor. Wright’ın tasarladığı yapıları etkileyici kılan özelliklerden biri de kendisinin tasarım sürecinde yapıların bulunduğu ortamla uyumlu, birliktelik içinde bir atmosfer yaratarak varolmasını sağlamak.
Kendisinin tasarladığı oldukça fazla sayıda bireysel konut bulunmakta fakat en ilgi çekici örneklerden biri bir kamusal yapı projesi olan Solomon R. Guggenheim Müzesi. New York’da bulunan bu müzeyi özel olarak ziyaret etmek için buraya seyahat planı hazırlamış birçok ziyaretçi bulunuyor. Kişinin müzede ne kadar vakit geçirmek istediği elbette kendi tercihidir fakat ben kendi deneyimim üzerinden örnek verirsem yaklaşık iki saat bu müzede geçiyor diyebilirim.
Müzenin web sayfasında da belirtildiği gibi, 1943 yılının Haziran ayında Solomon R Guggenheim’in, Piet Mondrian, Paul Klee gibi sanatçıların eserlerinin dahil olduğu sanat koleksiyonu için bir müze fikri ortaya konuyor ve Guggenheim’in sanat danışmanı bir müze binası tasarlaması için Wright’a ulaşıyor. Guggenheim’i bu yeni müze projesi için şartının müzenin dünyadaki diğer müzelerden çok farklı olmasını dilediğini söyler.
Yirminci yüzyılın önde gelen mimarlarından biri olduğu düşünülen Wright’ın tasarladığı müzede günümüzde Francis Bacon, Jasper Johns, Donald Judd, Jeff Koons, Yayoi Kusama,Sol LeWitt ve birçok farklı sanatçının sanat eserleri yer alıyor. Süreli sergiler düzenli olarak güncellenmekte ve etkileyici sanat aktiviteleri bulunuyor. Güncel olarak 29 Eylül 2024 tarihine kadar “Jenny Holzer:Light Line” sergisi ziyaretçileri bekliyor.
Guggenheim Bilbao Müzesi (Guggenheim Bilbao Museum) ve Frank Gehry
1929 doğumlu mimar ve tasarımcı Frank Gehry, ilgi çekici tasarımlarıyla dikkat çeken mimarlardan. Kendisinin tasarladığı yapılar arasında, ünlü Walt Disney Konser Salonu gibi birçok farklı yapı bulunmakta.
Dekonstrüktivizm mimarlık akımının örneği olarak görülebilecek yapılarıyla ilgi çeken Gehry, Bilbao’da bulunan Guggenheim Bilbao Müzesi’ni tasarlamasıyla sadece mimari açıdan değil sanat alanında da büyük bir ün kazandı.
Bilbao’da bulunan bu yeni müze o kadar ilgi çekti ki müzenin inşa edildiği tarihten sonra yeni açılacak ya da müze binasını yenileyecek olan müzeler artık şöyle bir gerçekle karşı karşıya kalmışlardı: “Acaba Guggenheim Bilbao Müzesi’nin yarattığı etkiyi uyandırabilecekler miydi?”. Bu soru hem müze profesyonelleri hem müze kurucuları hem de ziyaretçiler tarafından öyle bir etki yaratmış olmalı ki ilerleyen yıllarda “Bilbao Etkisi (The Bilbao Effect)” adlı bir tanım ortaya çıktı. Bu tanımda kısaca bahsetmek gerekirse, bir ya da birkaç müzenin bir şehri pozitif anlamda dönüştürmsi, uluslararası alanda ekonomik ve kültürel olarak öne çıkarması şeklinde yorumlanmakta. Bilbao Etkisi, müzecilik ve sanat tarihi gibi birçok alanda hakkında çok araştırma yapılan ve konuşulan bir terim olarak karşımıza çıkıyor.
SALT Galata ve Alexandre Vallaury
İstanbul’da bulunan birçok mimari eseriyle dikkatleri üzerine toplayan bir mimar Vallaury. Fransız asıllı Levanten mimar Vallaury’nin eserlerine yüksek ihtimalle denk gelmişsinizdir fakat bu binaların, yapıların bir Vallaury eseri olduğunu bilmiyor olabilirsiniz.
1850 yılında doğan Alexandre Vallaury İstanbul Arkeoloji Müzeleri gibi birçok ünlü yapının mimarı olarak biliniyor. Karaköy’de Bankalar Caddesi üzerinde bulunan ve günümüzde sanatsal faaliyetleri ile öne çıkan SALT Galata binasının mimarı Vallaury. Eğer yolunuz daha önce bu ilgi çekici binaya düşmediyse, ziyaret etmenizi tavsiye ederim. Geçtiğimiz aylarda SALT Galata’da oldukça ilgimi çeken bir sergiyi ziyaret etme fırsatı yakaladım. 6 Aralık 2023- 30 Mart 2024 tarihleri arasında gerçekleşen “Türkiye’de Mimarlık Eğitimi 18. Yüzyıldan Günümüze Kurumsallaşma Eşikleri” sergisi, mimarlık tarihi ve mimarlık mesleğine ilgisi olanlar için etkileyici bir sergi deneyimiydi. SALT Galata’nın etkinlik ve sergi takvimi düzenli olarak güncelleniyor, daha detaylı bilgi için web sayfasını ziyaret edebilirsiniz.
İstanbul’da ve farklı şehirlerde birçok farklı sergi gerçekleşiyor ve bu sergiler ilgi çekici yapılarda sanatseverlerle buluşuyor. Elbette bahsettiğim mimarlar dışında ilgi çekici birçok bina, sanat alanı ve müze bulunmakta.
Kapak Fotoğrafı: Esuar – unsplash.com
İlginizi çekebilir: Ece Zeren Aydınoğlu’ndan Mimarlık ile Edebiyat Arasındaki İlişki
İlk yorumu siz yazın!