Bir şehir düşünün; içinde tarih olsun, doğa olsun, alışveriş olsun, sanat olsun, şarap olsun, kahve olsun, dondurma olsun ve en önemlisi de AŞK olsun! Böyle bir şehir İtalya’da olsun ve bir gelenin bir daha gelmek isteyeceği güzellikte olsun. Bu şehrin adı da Verona olsun…

İtalya’nın En Görülmesi Gereken Şehri: Verona Rehberi Verona’da Ne Yapılır

İtalya’nın az popüler olup diğer şehirlerine kıyasla en şirin, en görülmesi gereken şehridir Verona. UNESCO Dünya Mirası listesindeki bu şehir, adımınızı atar atmaz kulağınıza şöyle fısıldar: “Beni öyle hızlıca gezmeyin. Adımlarınızı yavaş yavaş atın, sahip olduğum tüm güzelliklere en ince ayrıntısına kadar bakın. Arenamda tarihi  bir yolculuğa çıkın. Meydanlarımda oturup keyfinizi şarap ve kahveyle çoğaltın. Aşkın büyüsüne Romeo ve Juliet’in evinde yeniden tanık olun. Pizzalarımdan deneyin, dondurmamın tadına bakın. Bisiklete binin, sokaklarımda kaybolun. Kalemin kızıl surlarında yürüyün, tablo güzelliğindeki nehrimin kıyısında bol bol fotoğraf çektirin. Parklarımda yaprakların ve kuşların sesini dinleyin ve ne zaman özlerseniz tekrar ziyaretime gelin.”

Geçen sene bir sonbahar gününde trenden indiğimde şehir meydanına doğru yürürken Verona’nın bana da bunları söylediğini duydum. Sabahın erken saatlerinde gelmiş olmamın keyfiyle sabah tazeliğini de içime çekerek yavaş yavaş merkeze ilerlemeye başladım. İlk önce şehrin tarihi kapısı karşıladı beni ve üstündeki saate inat, zamanı bu şehirde yavaş ilerletmenin benim elimde olduğunu hatırlattı bana.

Verona’da Nereler Gezilir? Verona Rehberi

verona 02

Tarihi kapıdan geçince en büyük meydanı olan Bra Meydanı’na adımımı attım. Sağımda güzel bir park, solumda yan yana dizilmiş caféler ve karşımda tüm görkemiyle Arena vardı. Roma’daki Colosseum kadar büyük değildi ama tarihi güzelliği bakımından onunla yarışacak düzeydeydi. Önce caféler arasında en geniş açıdan Arena’yı göreni seçtim ve bu şehrin keyfini çıkarmaya cappucino ile başladım. Arena’yı ve çevresinde kostümleriyle tarihi yaşatmaya çalışan gladyatörleri seyretmeye koyuldum. Arena, her yıl yaz aylarının başında dünyanın en önemli opera festivaline ev sahipliği yapıyormuş, biletleri de aylar öncesinde tükeniyormuş. Yıldızların altında opera dinlemek de ayrı bir keyif olsa gerek! Cappucinomu içtikten sonra Arena’nın içine girmek yerine dışında şöyle bir dolandım, parkında oturup gelip geçenleri ve Verona halkının bir ellerinde kitapları, diğer ellerinde köpekleriyle parkta dolaşmalarını izledim.

Sonra diğer meydana geçmek için Mazzini Sokağı’na yöneldim. Sokağın her iki yanına sıralanan dünyaca ünlü mağazaları görüp alışveriş çılgınlığına kapılmamak elde değildi. Karşılıklı olarak bir mağazadan diğerine girmeye başladım. Kış sezonu başlamış olmasına rağmen benim kalbim hala yazda kaldığı için pek bir alışveriş yapamadan sokağın sonuna geldim ve işte, karşımda Erbe Meydanı!

Erbe Meydanı, Verona

Evlerin çevrelediği dört köşeli geniş bir meydan burası. Her evin altında da birbirinden kalabalık restoranlar var. Bu meydanı görmenin en iyi yolu ise tam ortasında durmak, sırtını heykele yaslamak ve minik havuzun çevresinde 360 derece dönmek. Bu sayede meydanın her köşesine bir bakışta hakim oluyorsun. Her İtalyan evinde olduğu gibi bu meydandaki evler de ince uzun balkonlara ve balkondan sarkan rengarenk çiçeklere sahip. Balkonların hepsi birbiriyle bağlantılı. Evleri incelerken balkonlardan birine çıkıp sırayla bir balkondan diğerine geçerek meydanı bir de yukarıdan fethetmeyi istedim.

Meydanı inceledikten sonra sağdaki çıkışa yöneldim ve beni nereye götürecek diye merakla yürümeye devam ettim, kalabalık da benimle birlikte geliyordu. Neden acaba diye düşünürken kiliseyi gördüm. Günlerden Pazardı ve herkes bir şekilde Pazar ayinine yetişmeye çalışıyordu. Kalabalıktan kilisenin içine giremedim ama olsun, dışarıdan bile güzelliğini görmek fazlasıyla yetiyor. Kiliseyi uzun uzun seyrettikten sonra biraz da dar, çiçekli ve bisikletlerle dolu sokakları gezdim. İtalya’da hangi şehre giderseniz gidin yapılacak en keyfili şey, buranın dar sokaklarında kaybolmaktır ki ben de aynen öyle yaptım. Kaybolduğum doğru ama sonrasında bir şekilde kendimi meydanın girişinde buldum. Bu sefer de tam karşısındaki çıkışa yürüdüm ve buradan geçerek şehrin doğal güzelliğine kendimi bıraktım.

verona 05

Yaklaşık 5-10 dakika yürüdükten sonra isminin Adige olduğunu öğrendiğim ırmağın kenarına geldim. Kafamı çevirdiğimde sağımda güzel bir köprü ve şehrin şirin tepeleri, solumda ise başka bir köprü ve köprünün üstünde kızıl surlarla çevrili kale vardı. Önce  sağımdaki köprüyü aşarak şehrin öbür yakasına geçtim ve sola dönerek kızıl surlara doğru ilerlemeye başladım. İtalyanların ne kadar estetik düşkünü olduğunu bir kez daha gördüm. Basit surlar yapmak yerine her birine lale şekli vermişler. İnsanların göz zevkini okşamaya bu kadar önem veren başka bir millet var mıdır acaba?

Verona’da Romeo ve Juliet’in Evi

Biraz surların kenarında, biraz da köprünün üstünde yürüyerek ve iki surun arasındaki boşluklardan sonbaharın tüm güzelliğini seyrederek yine Erbe Meydanı’nda buldum kendimi. Sıra gelmişti Verona’nın en heyecanlı yerine: Romeo ve Juliet’in evine! Okları takip ederek Verona’nın simgesi bu eve ulaştım. Evin avlusundan o meşhur balkona baktım. Balkonun altında ise oyundan küçük bir sahnenin yazılı olduğu bir tabela yer alıyordu. Aslında bu evde böyle bir balkon yokmuş ama Shakespeare böyle bir sahne yazdıktan sonra balkonu eklemişler. Biz de böylece aşkın en tutkulu haline burada hep birlikte şahit oluyoruz. Evin içine girme şansımız yoktu, keşke olsaydı, evin duvarlarına sinmiş aşkı biz de dolaşırken hissetmiş olurduk. Avlunun içinde bir de satış mağazası vardı ve buradaki hediyelik eşyaların hepsi kalp şeklindeydi. Her taraf bu kadar kalple ve aşk duygusuyla kaplıyken burayı ziyaret eden herkes gibi ben de Romeo ve Juliet’inkine benzer, imkansız olmasa da tutkulu bir aşk yaşamayı dileyerek evden ayrıldım.

tourism.verona.it/juliet’shouse

verona 08

Verona’nın en önemli noktalarını keşfettikten sonra ne kadar acıktığımı fark ettim. Bu kadar güzel bir şehir deneyimini nefis bir pizza ve şarapla kutlamak istedim. Arena’nın güzelliğine doyamadığım için yine karşısındaki cafélere gitmek üzere Mazzini Sokağı’ndan geçerken harika bir koku duydum. Bu koku beni sokağın üstündeki minik bir fırına getirdi. Fırında ismini asla hatırlayamayacağım ve bizim çiğ böreklere benzeyen, mozzarella ve domatesli böreklerden yapıyorlardı. Meydana kadar dayanamayacağımı anladım ve hemen bir tane aldım. Kenara çekilerek bir lokma ısırdım, içindeki domatesi resmen içtim ve sanırım beş dakika içinde hepsini yedim. Güzel bir şey yemenin verdiği dayanılmaz mutlulukla Arena’ya geldim. Henüz yeni atıştırdığım için toktum ve bu lezzeti buz gibi bir Bellini ile taçlandırmaya karar verdim. Oturduğum caféde yan masadakiler şarap kadehlerinde farklı bir şey içiyordu. Garsona sordum ve bu buzlu içeceğin Spritz yani portakal suyu ve beyaz şarap karışımı bir içki olduğu öğrendim Hemen kendime de ondan söyledim. Sanırım uzun zamandır bu kadar güzel ve serinletici bir şey içmemiştim. O kadar çok beğendim ki, dönerken hızımı alamayıp bavuluma altı şişe Spritz’i yerleştirmeye çalıştığımı hatırlıyorum.

Artık dönüş yoluna geçmenin zamanı gelmişti. Masadan kalkmadan karamelli ve çikolatalı dondurma siparişi verdim. Dondurmam elimde tren istasyonuna doğru ilerlemeye başladım. Giderken sağda yine çok güzel bir parka rastladım. Bir süre orada oturarak dondurmamı burada bitirdim. Kuşların, yaprakların sesi ve rengarenk evlerle yine Verona cennetinin başka bir bölümündeydim. Saatlerce burada oturup çevremdeki güzellikleri seyredebilirdim.

verona 09

Dondurmamı yedikten sonra kalktım, tarihi kapıdan geçtim ve ayaklarım beni tren istasyonuna değil, bisiklet ve köpeklerle dolu başka bir parka götürdü. Parkın ortasına doğru yürüdüğümde gördüğüm manzarayla resmen büyülendim. Ortada bir havuz, çevresinde ağaçlar, suyun üstünde de ağaçlardan düşen yapraklar… Sanki biri gelip bu manzarayı ve her detayı tek tek eliyle çizmiş gibiydi. Havuzu ne kadar seyrettiğimi bilmiyorum ama birden tren saatinin yaklaşmakta olduğunu hatırladım. Maalesef gitmem gerekiyordu ama ben bu parktan ayrılmayı hiç istemedim. Daha doğrusu ben bu şehirden ayrılmayı hiç istemedim. Meydanlarından, köprüsünden, parklarından, cafélerinden ayrılmayı hiç ama hiç istemedim. Onun yerine her sokağını yeniden keşfetmeyi, ırmağını bir uçtan öbür uca gezmeyi, surlarının tepelerinde gezinmeyi, meydanlarında öylesine durmayı, Romeo ve Juliet’in evindeki aşkın kokusunu içime tekrar çekmeyi çok istedim. Ayrılırken aklımda sadece şu soru vardı: Bir şehir bu kadar güzel olmak zorunda mıydı?

İlginizi çekebilir: Lisya Kalma’dan “Roma Rehberi: Daracık Sokakları, Muhteşem Yemekleri, Tarih Kokusu” 

İlginizi çekebilir: Sedart’tan “Sokakları Deniz Olan Şehir: Venedik” 

İlginizi çekebilir: Melis Özgenç’ten “Küçük İtalyan, Floransa”