Viva Barselona!
Mevsime inat masmavi bir gökyüzü karşılıyor bizi Barselona’da. Hava sıcaklığı çok yüksek olmasa da ne gam, heyecanla kendimizi güneşin altına atıyoruz. İnsanı çıldırtırcasına mavi bir gökyüzü var, Avrupa’nın kalanındaki kar-kış-fırtınayla, gri ve asık suratlı havayla dalga geçiyor adeta. Bu maviden biliyorum azıcık delirmiş bütün ressamlarının sırrını. Picasso, Dali ve Miro’nun aynı gökyüzünün altında yaşamış olması, onlardan önce Velázquez ve Goya’nın bu topraklardan çıkması tesadüf olamaz ya. Bir de Gaudi var tabii, o ayrı bir mesele, birazdan geleceğiz.
Evimiz, hareketli La Rambla caddesinin denize yakın köşesine açılan daracık bir sokakta. Örümcek ağı gibi birbirine girmiş, Ortaçağ’dan beri pek değişmemiş bir seri sokaktan biri… Ev sahibimiz Agustin, dünya tatlısı bir Latin Amerikalı. Her odaya temiz çarşaf, havlu ve tazecik kırmızı karanfiller bırakmış. Masada harita var, tavsiye ettiği mekanlar işaretlenmiş üstünde. Teşekkürler Agustin’ciğim ama biz buraya kaybolmaya geldik. Evimizin de olduğu Barri Gotic, kaybolmak için çok ideal fırsatlar sunuyor, öte yandan ne kadar da kaybolsan, illa ki sokaklar denize açılıyor. Daracık sokaktan denize çıkınca bir çocuk neşesi, balkonda kurumaya asılmış çamaşır hevesi, uçup gitmek istiyor insan artık nereye olursa. Yüzümüzde Akdeniz rüzgarının tuzu, bu mevsimde sörfleriyle dalgalara atılan delikanlılardan daha akıllı olduğumuz için kendi kendimizi tebrik ediyoruz, Barcelonata plajının yazını merak ede ede evimize geri dönüyoruz.
İkinci gün, Gaudi ile tanışıyoruz. Katalan kültürü için çok önemli bir isim Gaudi. Hele ki Barselona için. İlk işi Plaça Reial’deki sokak lambalarından başlayarak Barselona’ya ve de Katalan kimliğine silinmesi zor bir imza atmış, Katalan Modernizm’inin en önemli mimarı sayılmış. İlk durak, en büyük eseri, Sagrada Familia. 1852’de yapımına başlanmış “Kutsal Aile Kilisesi”nin, o zamandan beri “yapım aşamasında”. Görenler bilir, öyle başka, öyle bu dünyadan değilmiş gibi ki, insan elinden çıktığına inanması zor geliyor. Şaşkınlık, binanın içinde hayranlığa evriliyor. Hangi dine, inanca mensup olursanız olun, hatta isterseniz Tanrı fikrine tamamen karşı olun, Sagrada Familia’nın içinde mihraba doğru yürüyünce sizden büyük bir varlığa doğru yürüdüğünüzü hissedeceksiniz. İnananlar tanrıya doğru yürüdüklerini hisseder belki, binanın içine düşen ışık öylesine ruhani, ama inançtan bağımsız olarak, büyük bir zihinin büyük bir fikrinin ete kemiğe bürünmüş hali olarak Sagrada Familia kendi gözlerinizle görmenizi gerektirecek kadar önemli.
Sagrada Familia’nın ardına Park Güell’i ekledik biz, Gaudi’nin çılgın zihninin bir diğer eseri, eğlenceli bir şehir parkı, şehrin belki de en çok fotoğraf çekilen noktası. Parkın basamaklı yapısı ve de yüksek konumu şehre tepeden bakma fırsatı da veriyor. Şekerden yapılmışçasına renkli ve sevimli ana giriş kapısı ve de ana terastaki dünyanın belki de en çok fotoğraflanan kertenkele heykeli, şehrin en kıymetli simgelerinden zaten. Özel peyzaj çalışmasının eseri yürüyüş yolları ve de parkın içindeki Gaudi evi de ayrıca önemli. Yaşadığı dönemde şehrin çeşitli sanatseverleri için tasarladığı evlerin en ünlüleri şehrin lüks alışveriş caddesi Passeig de Gracia’de dizili. Onlara şöyle bir dışarıdan baktık, içlerine girip de gördüklerimize şaşırmayı bir dahaki sefere bıraktık.
Biraz da resim görelim deyince, sınırsız seçenekler arasında kaybolmamak için, aramayı daralttık. Klasikleri atlayıp, modern sanat seçeneklerine odaklandık. Şehrin dışında kaldığı için Dali evi ve müzesini ve de şehrin kalbinde olmasına rağmen kuyruklardan imtina ettiğimiz Picasso müzesini atlayıp, şehrin en yüksek tepesi Mountjuic’teki Miro Vakfı’nın müzesine de uzandık. Miro’nun desenlerinden, eskizlerine, dokumalarından heykellerine en kapsamlı koleksiyonu burada. Geçici sergilerle koleksiyonundaki nadide modern sanat eserlerini küçük dozlarda sanatseverlerle paylaşmasıyla ünlü olan müzede Jackson Pollock efsanesine ve de ondan etkilenmiş diğer “aksiyon ressam”larına dair özel bir de sergi geziyoruz. Explosion! – The Legacy of Jackson Pollock, az sayıda resimle derin bir iz bırakmayı başarıyor bende, Soyut Dışavurumculuk akımının bu en önemli temsilcisinin izinden giden, resim sanatını hareketle birleştiren, resim yapmayı bir performans biçimi olarak yorumlayan bu devrimci ressamların eserleriyle 2 saat geçirmek, ilaç gibi geldi. Yolu düşenin kaçırmamasını öneriyorum, naçizane.
theMagger’dan Miro Vakfı Müzesi izlenimleri…
Gelelim yediklerimize içtiklerimize. İspanyol ve Katalan mutfağında bizdeki mezeye tekabül eden “tapa”nın her türlüsü, hem de en ucuzundan elinizin altında Barselona’da. Kişisel deneyimim, çalışanların İngilizce bilmediği yerlerde en lezzetli şeyleri yiyeceğiniz yönünde. Zaten sizinle anlaşmaya o kadar gönüllüler, o kadar dost canlısı ve sıcaklar ki Barselonalılar, dil engeli hemencecik ortadan kalkıyor. İşaret diliyle de işler çok güzel halloluyor. Hatta bir noktadan sonra herkes kendi dilini bile konuşsa anlaşmak mümkün oluyor. Envai çeşit deniz mahsulü mü dersiniz, dünyanın en yakışıklı patateslerini mi istersiniz, içi mozerellayla doldurulmuş kırmızı biber kılığındaki lezzet patlamalarını mı tercih edersiniz bilemem tabii, hepsi ve daha fazlası elinizi uzattığınız her yerde. İspanyolların klasik yemeği Paella’yı denemeden döneni hava alanında dövüyor olabilirler zaten, ondan bahsetmiyorum bile. Sangria’nın da iki türü de (kırmızı şarapla hazırlanan ve de İspanyol köpüklü şarabı Cava ile hazırlanan) pek makbul, hem de pek ucuz. Karnınızı hafif bir yemekle doyurup Sangria ile demlenmek, acıktıkça küçük küçük atıştırmalıklarla devam etmek racona dahil. Hele ki şehrin ritmine ayak uydurabilir, akşam yemeği saatinizi gece 10’a kaydırabilirseniz, sizden kıyağı yok. La Rambla üstünde acıkırsanız, istikamet belli, La Boqueria. Üstü kapalı bir pazar La Boqueria. Çikolatanın sanat eseri değeri taşıyan örneklerinin yanında, yıkanıp temizlenmiş taze meyve, her nevi sebze, arka taraflarda balık pazarı ve de aralarda küçük porsiyonlarda hazırlanmış atıştırmalıklarla dolu bir dünya harikası, bir sokak lezzetleri panayırı. İçeri şöyle bir girmeden, havasını solumadan dönmeyin derim ben.
Fotoğraf makinemdeki Barselona’ya dair son kare, Ciutadella parkında bir küçük çardakta, muhtemelen bir Swing dersi için toplanmış Swing yapan çiftlere ait. Hemen oracıkta, resmin dışında bir yerlerde, yapımında gencecik bir Gaudi’nin de çalıştığı Cascade (şelale), tepede nefis Akdeniz güneşi var. Neşenin, güneşin ve de sabahlara kadar dans etmenin çok yakıştığı Barselona’yı hatırlamak için bir filmin son karesi kadar uygun bir kare. Her baktığımda şehrin genç, dinamik ve eğlenmeye hevesli yönünü bir kere daha hatırlatıyor. Tepemizde güneş, vücudumuzda enerji olduktan sonra hayat güzel dermiş gibi Barselona insana. Kış günü bile insanın yüzüne gülüyor. Öte yandan, her gün başka bir botanik bahçesinde piknik yapmaya, gündüz Akdeniz’e, gece Sangria’ya batmaya, şehrin sıcağından Picasso’ya kaçmaya bir de yazın gitmek lazım Barselona’ya. Daha şimdiden aklım fikrim belirsiz gelecekteki o gezinin fikriyle kamaşıyor.
Ben bu yazıyı çok sevdim, tekrar tekrar girip okuyorum 🙂
Barcelona'yı 48 saatte hiçbir şeyi kaçırmadan gezmeye çalışmış, sonuç olarak uçağa başıma güneş geçmiş, tuzlu ve sarhoş bir şekilde binmiştim. Uzun uzun kalmak, uzun uzun gezmek, hatta yaşamak lazım.
Yazınız harika! Canım Barselona'ya gitmek istedi. Bir önerim var Carrer de Mallorca'da Catalana adlı bir tapas bar var; Sangria'sı ve tüm tapaları çok lezzetliydi. Akşam hafif müzik oluyor; gelen kitle genç ve güzel. Aklınızda bulunsun 🙂
PS: La Boqueria pazarına da ayrıca bayılırım! Barcelona'ya 3 kez gittim, her gittiğimde ilk işim oradaki farklı meyveleri tatmak oluyor. Teşekkürler!
Çok teşekkürler, hem tavsiye hem de güzel yorumlarınız için! Notumu alıyorum, bir sonraki seferde uğramayı diliyorum 🙂