Yalnızlık ve Tek Başınalık Deneyimleri: Yalnızlığın Felsefesi
Yaş aldıkça hayat karşınıza yeni ve önceleri pek de aklınıza getirmediğiniz sorular çıkarıyor. Örneğin tek başıma sinemaya gitsek iyi bir fikir mi? Yanımda hep birileri olacak mı, yoksa kimse olmadan da yapmak istediklerimi yapmalı mıyım? Bazılarımız daha yirmili yaşlarının başında yanıt bulmuş olsa da, bu sorular ya da benzerleri sizin de hayatınızda yerlerini yeni aldıysa gelin biraz konuşalım.
Kesin olan şeylerden birisi şu ki; çevremizden pek çok kişinin hatta belki bizim de en büyük korkularımızdan birisi yalnız kalmak. Doğduğumuz andan itibaren en alışkın olmamız gereken durumlardan birisi olsa da, zamanla hem duygusal hem de fiziksel olarak alışması en zor şeylerden birisine dönüşüveriyor her nasıl oluyorsa. Bu durum muhtemelen toplum olarak yakınlık hissiyatına fazla önem vermemiz ve sahiplenici tutumumuz nedeniyle ya da hayatımızın büyük bölümünü birileriyle geçirme eğiliminde olduğumuz için böyle. Çünkü maalesef ki küçük yaşlardan itibaren öğrendiğimiz üzere, özellikle bizim toplumumuzda tek başına kalmak kimsesizlikle, yalnız kalmak mutsuzlukla ve dışlanmayla ya da uyumsuzlukla eşleştirilmiş durumda.
Geçtiğimiz aylarda Lars Svedsen‘in “Yalnızlığın Felsefesi“ isimli kitabını gördüğümde kitap daha ismiyle bile oldukça dikkatimi çekmişti. Nedendir bilmem, bir süre okumayı ertelediğim bu kitap, elime aldığımda beni yalnızlık konusunda hiç farkına varmadığım konularda düşünmeye sevk etti. Ben de bunları sizinle paylaşmak istedim.
Bir ayrılık ya da kayıp yaşadığımızda; hatta belki sadece çevremizin bize zaman ayırmasının mümkün olmadığı bir dönemden geçtiğimizde ruhsal durumumuz ya da içsel “iyiliğimiz” ne seviyede olsun üzgün olma eğiliminde olduğunuzu fark etmiş olmalısınız. Gözlemlediğim kadarıyla yalnız kalma duygusu ağırlıklı olarak kendimizi suçlamayla ya da utançla eşlik eden diğer duyguları bile taşıyabiliyor bize. Çünkü yalnızlıkla ilgili aklımıza gelen senaryolar pek çoğumuz için kötü duyguları, acımayı ve acınmayı bile hatırlatıyor. Öyle ki bu durumu gidermek için yanlış arkadaşlıklara, yanlış ilişkilere sarılanlarımız ya da sadece yalnız kalmamak için olmak istemediği ortamlara ya da kişilere tahammül edenlerimiz de olmuyor değil. Seyahat edebilmek için kendini ait olmadığı bir ilişkinin içinde bulanlarımız ya da tek başına bazı aktiviteleri yapamadığı için hoşlanmadığı arkadaşlıklarını devam ettirenlerimiz azımsanmayacak kadar fazla.
İşte tam bu noktada “Yalnızlığın Felsefesi” kitabından bahsetmek istiyorum. Çünkü bu kitap yalnızlıkla ilgili daha önce çok dikkatimi çekmeyen bir ayrımın farkına varmamı sağladı. İngilizcede “lonely” kelimesi yalnız, “alone” ise tek başına anlamına geliyor. Yalnızlık biraz daha duygusal bir durum çağrışımı yaparken tek başına olmak daha eylem özelinde bir hali ifade ediyor. Svedsen’in kitabı da benzer şekilde “yalnızlık” / “tek başınalık” kavramlarının ayrımı üzerinden, pek çoğumuzun bu en büyük korkusu üzerine fikirler sunuyor, okuyucusuna bu konuda objektif bir bakış açısı kazandırmayı sağlıyor. Bu yönleriyle kitabın ilgimi çektiğini, okurken keyif aldığımı söylemeliyim. Çünkü hakkında büyük bir kısmımızın konuşmaktan hoşlanmadığı yalnızlık;, üzerine düşünülmeyi gerektiren bi durum, öyle ki kendimizi tanımamız için kendimizle anlamlı zaman geçirmeyi de beraberinde getiren bir kişisel gelişim aracına da dönüşebiliyor.
Sosyal medyanın getirdiği kıyas kültürü, üzerimizdeki üretken olma baskısıyla birlikte yeni nesil alışkanlıklarımız ve beraberinde yeni nesil dertlerimiz olduğu aşikar. Bu durum yalnız olma, yalnız hissetme ya da tek başına bir şeyler yapma anlamında bir kısmımızı olumsuz etkiliyor. Oysa zaman zaman yalnız kalmamız/çevremizin istediğimiz kadar yanımızda olmaması normaldir, herkesin her zaman ulaşılabilir olmaması normaldir, tek başımıza değilken yani kalabalıklar içinde kendimizi yalnız hissetmemiz normaldir, bazen tek başınayken yalnız hissetmememiz de normaldir ve evet tek başına her şeyi yapabilmemiz normaldir.
Seçilmiş bir yalnızlığın ya da tek başına yapılan aktivitelerin aslında o kadar korkutucu olmadığını, hatta özgüveninizi beslediğini ya da size gerçekten yeni fırsatlar sunduğunu ancak deneyimleyerek fark edebiliyoruz. Tek başına sinemaya gitmek bazen gerçekten iyi bir fikir olabilir ya da tek başına bir kafede bir şeyler okumak da. Dahası, kendimizden kaçmadan yalnızlık ya da tek başınalık hallerine bir de gerçekçi bir bakış açısıyla bakma fikri de fena değil.
Kendinizi yalnız hissettiğinizde, seçilmiş bir yalnızlığı yaşadığınızda ya da tek başınıza bir şeyler yaptığınızda derin düşüncelere dalıyorsanız Lars Svedsen’in kitabını okumayı değerlendirebilirsiniz. Bazı şeyler okudukça, konuştukça başa çıkması daha kolay hale dönüşebiliyor. Umarım kendinize bambaşka bir bakış açısıyla şans verirken bu yazıyı da okuduğunuza da memnun olursunuz. Herkese bol keşifli günler!
Kapak Fotoğrafı: unsplash-jlcqh
İlginizi çekebilir: Ceren Muslu’dan Yoldaki Farkındalıklar Üzerine
İlk yorumu siz yazın!