İlk yorumu siz yazın!
Lost in Translation: Yalnızlığın Yıkılışı
2003 yapımı Lost in Translation (Bir Konuşabilse), Sofia Coppola imzalı. Film, başta Bob Harris’in (Bill Murray) gözünden hissedilse de, yönetmen hem Charlotte (Scarlett Johansson) hem de Bob Harris’i oldukça detaylı bir biçimde işliyor ve Uzak Doğu kültürüyle iletişim, iletişimsizlik, yabancılık, yabancılaşma ve yalnızlık kavramlarını baştan öğretiyor.
Bob, Japonya’ya bir viski reklamında oynamak için elmiştir, Charlotte ise işinden kopamayan fotoğrafçı kocasının peşinden sürüklenmiştir. İkisi de Amerikalı’dır ve ikisi de evliliklerinden mutsuzdur. Karşılaşan ikilinin arasında gelişen yakınlık, dostluk bize neon ışıklar ardındaki Japonya’nın ve iki bambaşka insanın kapılarını açar.
Coppola, yabancılık kavramını işlemek için birbirinden apayrı iki karakteri çekip, evlerinin çok uzağında, sadece içsel değil aynı zamanda fiziksel olarak da yalnız oldukları Tokyo’ya yerleştirmiş. Dilin, kültürün, kısaca her şeyin yabancı olduğu bu şehirde anlamadığınız konuşmalar, billboardlar, film boyunca bizi takip ediyor ve yabancılık hissini daha da doğruluyor.
Scarlett Johansson, filmde henüz 19 yaşında olmasına rağmen oldukça başarılı bir peformans sergiliyor. Fakat Bill Murray’in oyunculuğu bütün filmi bambaşka bir boyuta taşıyor, film ilerledikçe ve bizler karakterlerin bu çıkmazını gördükçe cümleler anlamlarını yitirmeye başlıyor ve ikilinin mimikleri bile bizim için yeterli oluyor. Filmde pek çok yan karakter var fakat hiçbirinin o kadar da önemli bir görevi yok gibi. Sadece ilk başlarda tanıştığımız Charlotte’un fotoğrafçı kocası ve Bob’un kısa kısa telefon konuşmalarından aşina olduğumuz karısı, ikilinin yalnızlıklarını derinleştiriyor. Film, daha çok bize şehri ve bu yakınlığı tanıtmak üzere ilerliyor.
Peki ya yabancılaşma nedir? İletişimsizlik ve iletişim kuramama mı sadece? Hepimiz sık sık kendimize bu soruyu sorar ve yalnız hissettiğimizi düşündüğümüz ya da kendi hislerimizden bunaldığımızda buna bir cevap aramaya çabalarız. Filmin beni bu kadar etkilemesinin sebebi de aslında üzerine çokça düşündüğüm bir konu olan bu soruya yanıt araması ve belki de yabancılık hissinin bizim görmediğimiz ya da görmek istemediğimiz şeylerden doğması. Coppola’nın karakterleri farklı bir ülke ve şehirde büyütmesinin, aralarındaki yaş farkının son derece fazla olmasının sebebi de yabancılıklarını, yalnızlıklarını belirginleştirip gözler önüne sermek. Fakat hikaye geliştikçe ve bu bağ “zoraki” olmaktan çıktıkça yalnızlığın ve yabancılığın yıkılabilir bir şey olduğunu gösteriyor ve bu kopuk kopuk ama ne olursa olsun birleşen bağ ikilinin sarılmasıyla noktalanıyor.
Bob ve Charlotte arasındaki bağ, aşk ya da arkadaşlık üzerine kurulu değil. İkilinin arasındaki özel bağ, iletişimsizliklerini kırdıkça daha da güçleniyor. Zaten bu sebeple yer yer kelimelere ihtiyaç duymuyor, onlarla beraber hissetmeye başlıyoruz.
Yalnızlıkla savaşmaya başlamanız ve Tokyo seyahatine çıkmanız dileğiyle, iyi seyirler!
Bu makale sayesinde izleme listeme alıp haftasonu izlediğim film. İkilinin oyunculukları gerçekten çok başarılı.
cok tesekkur ederim, gercekten harika bir oyunculuk! begenmenize sevindim