Büyük yazarların yazı yazma alışkanlıklarını öğrenmeyi hep çok çekici buldum. Çünkü yazdığınız şey her ne olursa olsun; yazarın kendiyle kaldığı, dürüstlüğün ve yüzleşmenin bambaşka bir boyutunu yaşıyorsunuz sayfayla konuşurken. Kimi yazar bardak bardak kahve içermiş, kimisi yürürmüş, kimisinin belli bir masası varmış ve işe gider gibi oraya oturmadan tek satır yazmazmış. Benim ise yazı yazmak ile oldukça çetrefilli bir ilişkim var. Kelimelerle bu kadar dolu, bu kadar kitapla ve yazmayla yaşayan biri için pek üretken bir yazar olduğum da söylenemez… Ben bu satırları yazarken bu şarkıyı dinliyordum, sizin de kulağınızda olsun istedim.

Yazı Yazmak
Yazı Yazmak | Fotoğraf: Unsplash/@neonbrand

Bazen gece uyuyamadığım zaman -ki bu neredeyse her gece demek- gökyüzüne bakıp, ben ne zaman kafamda dönüp duran bu öyküleri ve kişileri kağıda dökebileceğim, kendi kitabımı elimde ne zaman tutabileceğim diye düşünürken buluyorum kendimi. Ve genellikle de gece yazarım. Kendimi en iyi ifade ettiğimi düşündüğüm işlerim hep gece çıkmıştır. Ancak herkes ve her şey çekildiğinde konuşacak alan varmış gibi hissettiğimden belki… Kendimi bildim bileli uykuyla hep bir derdim oldu zaten. Ay yüzünü göstermeye başladı mı ruhum da ona doğru dönüp uyanır sanki. Çoğu zaman artık uyumaya çalışmaktan vazgeçip yataktan kalkar birkaç satır da olsa yazar ve ancak o zaman biraz rahatlayıp uykuya dalabilirim.

Sait Faik demiş ya ”yazmasaydım delirecektim” diye, ben de yazmasaydım insomnia olacaktım! Bu da tam o gecelerden biri. Bilim çevrelerinde dolaşan bir dedikodu diyor ki; insanlar vahşi doğada yaşar ve ağaçların kalın dallarında uyurken geçe bekçiliği yapan nesil, bugün bizim gece kuşu dediklerimizin atasıymış. Yani gece uyumak yerine tetikte çalışanların uyanık zihni, dedelerimiz ve anneannelerimizden bize aktarılan bir şeymiş. Bu bağlamda benim ailem gece uyumayı ancak 20. yüzyılın başında öğrenmiş olmalı.

Yazı Yazmak
Yazı Yazmak | Fotoğraf: Unsplash/@yanu

Tüm yaratıcı işlerin, ama özellikle de yazı yazmanın, kalp ve akıl arasında bir yerden türediğine inanıyorum. Canlı olma halini deneyimlerken şimdilik kalp olarak adlandırdığımız bir yerde hisler yükseliyor. O hisleri zihnimizde düzene koymak ve anlaşılır kılmak için zihne taşıyoruz sonra. O ikisi arasındaki ilişki nereden dışa vuruyorsa orada yaratıyoruz işte. Bazen dans ediyoruz, bazen şarkı söylüyoruz, bazen sadece çığlık atıyoruz, resim yapıyoruz renklere koşuyoruz. Ben yazıyorum. Ben büyüye inanan bir ateistim, insanların o avuç içlerinde yazılı kaderi değiştirebileceklerine inanıyorum. Yazıyı ve yazılmışı her din kutsar, yazılı olan gerçektir. Öyle ki oturduğumuz yerlere bile koymayız dini kitapları hep yukarıda tutarız, baş üstünde…

Bu süslü kurallar bütünün hepsi, erkeklerin ellerinden çıkmıştır. Hani derler ya söz uçar yazı kalır, otorite ve patriyarki kadının yazmasının hep karşısında olmuş işte kadın uçup gitsin diye! Ben de tam bu yüzden kimse okumasa bile yazmaya devam edeceğim, adeta sesim tükenene kadar bağırırcasına… Sözcüklerim, kimseye bir anlam ifade etmese dahi yürüdüğüm yolu, harflerle inşa ediyorum. Da onları kaçırırsam boşluğa yuvarlanırım gibi bir adanmışlıkla yazmaya devam edeceğim. Beni boyun eğmeye, susmaya, itaat etmeye, sınırları daha ben doğarken çizilmiş bir karakter içinde yaşamaya zorlayan bu ”olagelmiş” karşısında dimdik duracağım yaşamım boyunca. Büyürken dönüşeceksin dediğiniz kadınlıktan o kadar korkuttunuz, o kadar içime sindirdiniz ki beni, içime bakmaktan dünyaya dönemedim bazen. Ama ruhumda kendimi bile şaşırtan bir güç buldum bir yerde aniden, yazarken…

Okumayı bile aslında yazmak istediğim için öğrendiğimi düşünüyorum bazen. Bu benim savaşma ve hayatta kalma yöntemim. Yaşadığım anın ötesine geçememe çaresizliğinde, sığındığım ilk şeydi minik kitaplığım. Annem, yıllar önce gazeteyle birlikte abimler için Ayşegül serisini biriktirmiş. Benim zamanıma kadar da saklamış. Henüz okumayı bilmiyorken bile özenle sıraladığım bu kitapların sayfalarını saatlerce karıştırırdım. Resimlere bakıp sanki bu harf denen simgeler yan yana geldiğinde neler anlattıklarını anlıyor gibi davranır, aslında kendi hikayemi yazardım. Ayşegül’ü gerçekten çok severdim. Hatta diyebilirim ki ilk arkadaşım odur ve bugün bile hayatımdaki çoğu kadından daha iyi sırdaştır bana. Sürekli başka hayatlara uçar gibi hikayelerin fonu hep değişirdi kitaplarda. Bir gün Hindistana’a gidip fillerle nehre girmişti mesela. Bir gün kar yağarken bir arkadaşıyla kardan adam yapmışlardı. O kadar özgürdü ki. Benim çocukluğumdan pek böyle anılarım yoktur. Yazlarımı hep kendi köşemde kitapların sayfaları arasında geçirdim. Okumayı öğrendikten çok sonra bile…

Ayşegül Serisi
Ayşegül Serisi | Fotoğraf: seyler.eksisozluk

Şimdi dönüp bakıyorum da aslında yıllar bana dair hiçbir şeyi hem de hiçbir şeyi değiştirmemiş. Evet insanların kadim atfettikleri bu basit çizgileri öğrendim. Ama bu dili öğrenince onlardan biri olmadım ki. Hala kurallarını öğrenemedim. Evet artık insanların çizdikleri resimlerin, çektikleri fotoğrafların altına iliştirip yeni bir kurgu yarattıkları notlarını okuyabiliyorum. Ama yine de kendi gerçeklerimi seçmeye devam ediyorum. Artık hayatın görüntülerini alıp onların üzerine hikayeler yazıyorum. Belki de yalnızca bunun için hayatın içine karıştığımı bile düşünüyorum. Çünkü odamdan çıkmış da olsam, sonunda gezdiğim bütün yabancı şehirlerden, tanıştığım onca farklı insandan hoşuma giden görüntüleri biriktirip istediğim gibi bir kurgu yazıyorum onlara. Saklıyorum öylece zihnimde. İşin aslı beni hiç de ilgilendirmiyor. Peşinden yorulmadan koştuğum bu keşfetmenin, benden bağımsız akıp gidenle hiçbir ilgisi olmadığını anlıyorum.

Günlük
Günlük | Fotoğraf: Unsplash/@joannakosinksa

Hiçbir dönüşü olmasa da, ne kadar ihtiyacım olduğundan bağımsızca bana hiç para kazandırmasa da, yaşadığım sürece sevdiğim şeyleri paylaşmaya da yazmaya da devam edeceğim. Çoğu yazar bahseder, yazmanın bir nevi ikinci yaşam olduğundan. Anıları kelimelere her döktüğünüzde, bir kez daha yazarsınız üstelik bu kez her şey çok daha nettir. Yazmanın yaşanılanı daha gerçek hale getirdiği hissi var bir de. Açıkçası bunu nasıl açıklayabilirim pek emin değilim, ama bu da yazılmış olmanın somut şekilde var olması zihnim dışında gerçeklik bulmasıyla ilgili sanırım, bir nevi kanıtlanması. Yaşanmasaydı nasıl yazabilirdim ki? Bu yüzden başıma gelen çok kötü şeyleri hiç yazmam. Günlüklerim ağlarken yazdığım sayfalarla doludur. Lise günlüklerim ergenlik dönemi üzerine çalışan bir psikolog tarafından isyankar duyguların incelenmesinde rahatlıkla kullanılabilir. Dramatize etmede fazlasıyla malzeme sunarım, ilgililer ulaşabilir…

Ceren Muslu, Belçika (2017)
Ceren Muslu, Belçika (2017) | Fotoğraf: Ceren Muslu

Bir de ilginç bir şekilde bu yıl fark ettim çok harika şeyleri de yazmamışım. Mesela yurtdışında yaşadığım bir dönem olmuştu. O aylar boyunca en sıradan günlük aktiviteler bile benim için sıradışı maceralardı. Gördüğüm her yüz yeniydi, yediğim her şeyi ilk kez tadıyordum, her gün onlarca farklı düşünce tarzına rastlıyordum. Üniversitenin öğrenci işlerine bir kağıt imzalatmak, karnıma kramplar girmesine sebep oluyordu. Akşam bir barda bira içmek ise gençlik filmindeymişim gibi hissettiriyordu. Yanımda oturanların her biri farklı milletlerdendi. En yakın arkadaşlarım Yunan, Hollandalı, yarı Çinli yarı Fransız idi. Her kadehi farklı dilde kaldırıyorduk. ”Proos! Santé! Salud” Ama aynı duygularla sarhoş olup, tek dilde kahkaha attığımızı hiç yazmamışım mesela…

O Hollanda’da yaşadığım altı ayda trenlerde o kadar çok yolculuk yaptım ki artık tren istasyonları bir nevi evim olmuştu. Sırt çantam, kameram ve defterimle, Agnas Varda filmlerinden birinde rahatlıkla rol alabilirdim. Evet, bir defterim vardı. Tablolarından çıkma Kuzey Avrupa’nın soğuk ve dümdüz uzayıp giden acı yeşil-kahve tarlalarından tek katlı taş evlere dönüşen manzaralarını izlerken çok defter eskittim. Her sayfaya yalnızca iç diyaloglarımı yazmışım. Diyorum ya, tren istasyonları evim olmuştu diye, o kadar ilginç insanlarla tanıştım ki. Mesela tuhaf bir şekilde her semtini İstanbul’un başka bir semtine benzettiğim Berlin’de Avrupa’nın en büyük gece kulüplerinden birine gitmiştik. Çıkışta East Side Gallery’e hayli yakın bir metro çıkışında bir sokak müzisyeni Valse’i çalıyordu…

youtube play youtube play

Bizimle seyahat eden, ancak beline gelebildiğim -Hollanda’lı erkeklerin boyları bana kendimi aynı ırktan olmamız zor gibi hissettirmişti.- gözlerinin mavisinin keskinliğini hala hatırladığım bir çocuk, otele yürürken bu şarkıyı duyunca beni de kolumdan tutup aniden durdurmuş ve gözlerini kapatıp: ”I really want to listen to this” demişti. Beş dakika önce elinde ağır bir kokteyle kafesin içinde dans eden çocuğun bir melodi ile ruh halinin böylesine değişmesine, kendini etrafımızda bizi sarmalayarak hızlıca akıp giden geceye rağmen böyle huzurla müziğe bırakabilmesine hayran olmuştum. İnsan ruhunun tek bir melodiye böyle tutunup tüm akışı geride bırakabilmesi ne harika demiştim. Bu anı yazmamışım.

Türkiye’de henüz Hollanda’ya yerleşmeden tanıştığım Cemile; beni, doğduğu İran’da ailesiyle yaşarken, yedi yaşındayken: ”Ben dünyayı görmek istiyorum!” diye ülkeden kaçmaya çalışıp ardından hapse atılan okuldan bir arkadaşıyla tanıştırmıştı. Londra’da yaşayan amcası onu gözaltından kurtarmak için evlatlık alıp Londra’ya götürmüş. Lisede oradan da sıkılıp Kanada’ya yerleşmişti. Biz tanıştığımızda da Groningen’de yapay zeka okuyordu. Hayatını kitap yapması gerektiğini düşünmüştüm oysa onu da yazmamışım! Gün batımı saçlı çocuk vardı bir de, benim Before Sunrise kahramanım. Filmi izleyenler anladı… Onu dahi pek yazmamışım! Okusanız kendisini asla tanımazsınız bahsettiğim her şey öylesine benden çıkan, bana özgü şeyler ki! Sanırım o sırada bunların hiçbirini yazmak ve bitecek-yaşanmış şeyler olarak sınırlamak istememişim.

Ceren Muslu, Hollanda (2016)
Ceren Muslu, Hollanda (2016) | Fotoğraf: Ceren Muslu

Tabi bir de yazılan şeylerin sizi tanımlaması var ki, ben bundan oldukça hoşlanıyorum. Yalnızca bir dövmem var, sağ dirseğimin üzerinde ”epeolatry” yazıyor. Tam karşılığı: kelimelere ibadet. Eh, buna açıklamaya gerek duymayacağım. Ancak sıfatlar üzerine her düşündüğümde, ya dönüşürsem diye beni endişelendiren bir hikaye var ki o da Gillian Flynn kaleminden çıkan Keskin Şeyler. ”My skin, you see, screams. it’s covered with words” cümlelerinin zihnime kazındığı öyküde kahramanınız Camille kelimeleri keskin objeler ile derisine kazıyan bir gazeteci. Bu anıları hatırladığında o anıya bağlı kelimenin derisinin üstünde yandığını hissediyordu. Geçen yıl HBO tarafında harika bir diziye çekildi Sharp Objects, sizi alıp götüren ve oldukça da geren enfes bir yapım. Hem kitabı hem dizisi bu yazının önerisi olsun!

Sharp Objects
Sharp Objects | Fotoğraf: birbabaindie.com

Benim aksime oldukça disiplinli ve düzenli yazan yazarlar var. Her sabah işe gider gibi uyanan ve yazı masasına oturan, her oturuşunda kitabını biraz daha kalınlaştıran. Yazmaya dair öneriler ve ilham verenlerden hala duyuyorum: ”Kendinize her gün x saat ya da x sayfa yazacağım şeklinde hedefler koyun ve bu hedeflere uyun.” Ama yani, gerçekten böyle vardiyalı çalışan memur gibi ziyaret ediyor mu bu ilham perisi sizi? Çünkü bana ilaç içmiş gibi oldukça histerik ve düzensiz şekilde uğruyor da…

Yazının zihni ve duyguları düzene koyduğu elbette bir gerçek. Terapinin çok somut adımlarından biridir, çoğu zaman mesela günlük tutmak. Duygularınızı, düşüncelerinizi önce görür, onlarla bir yüzleşir sonra da yazıya dökebilmek için sıra sıra düzene koyarsınız. Bir şeyi yönetebilmek için önce onu iyi bilmeniz gerekir. İnsanın kendisini bilmesi için de içini dökercesine yazması en garantisi. İşte ama sorun da tam bu, ben böyle düzenli yazamam çünkü duyguları hiç de öyle stabil yaşayan, düşünceleri sıralı akan birisi değilim. Benim için karmakarışık. Bu karışıklık içinde yalnızca benim olduğum bir düzen var. Hani dağınık insanlar derler ya, ben her şeyin yerini biliyorum diye aynen öyle.

Yazı Yazmak
Yazı Yazmak | Fotoğraf: Pinterest

Yani, artık kendimi üretken olmaya zorlamadan, güzel olması için çabalamadan yazmaya devam edeceğim. Yalnızca bunu sevdiğim için. Yazdıklarımı paylaşacağım da. Bu bana neden hayatta olmaktan keyif aldığımı hatırlattığı için, bağ kurmak için. Yazı yazmak beni sokakta yolumun kesişmeyeceği insanlarla bir araya getirdi. Kısacası ben hep yazacağım. Umarım siz de hep okursunuz. 

Kapak Fotoğrafı: Unsplash/@thoughtcatalog

İlginizi Çekebilir: Başak Aydın’dan Yaratıcı Yazarlık