İlk yorumu siz yazın!
Yedinci Mühür: Bir Varoluş Mücadelesi Filmi
Det Sjunde Inseglet, yani Yedinci Mühür, karamsar görüntüleriyle tanınan ve siyah-beyazı en iyi kullanan yönetmen Ingmar Bergman’ın her karakteri, her sahnesi, her diyaloguyla insanı sarsan filmlerinden biri. Yönetmenin dikey sinema diye adlandırılan döneminin başlangıcı, metafizik konuları varoluşcu bir bakışla ele aldığı 1957 yılında çekilen ve hala sesi kısılamamış filmi… 1 saat 36 dakika boyunca insanın en büyük bilinmezliklerinin karşısında duruyor kurgu. “Dil, hep ɑğrıyan dişi yoklar. İnsɑn acıyı hep ɑklında tutar.” diyen Bergman’ın ömrümüz boyunca sancısını çektiklerimize bir sitemidir belki de Sevent Seal.
Filmin, adını İncil’den aldığını söyleyebiliriz. Yedi mühür ve yedi borazan, Tanrı’nın dünya üzerindeki yargıları olarak biliniyor. Bu bölümde özellikle insanların başına gelecek felaketlerden, bir kıyametler silsilesinden bahsediyor İncil. Bu felaketlerin film boyunca kısmen yaşandığını da görüyoruz.
Ana karakter Antonius Block, ölüme cesetlerle dolu bir köyün sahilinde satranç oynayarak meydan okuyan bir adam; hayatındaki doğrular uğruna Haçlı Seferi’ne katılan ancak bu savaşlarda din adına bir şey görememenin hayal kırıklığı ve gerçek bir şeytan gibi sinsi vebanın yüküyle Tanrı’yı sorgulamaya başlayan bir şövalye. Yedinci Mühür hikayesi inancın, zihnin üstüne ıslak bir sis gibi çöktüğü Orta Çağ’da geçiyor. Ancak konu insan doğasıysa zaman ne kadar şeyi değiştirebilir ki? Belki de Orta Çağ, yalnızca sorgulamaların geriye mahkum edilişini simgeleyen bir metafordur, kim bilir? Bergman da, 2. Dünya Savaşı’nın kamburunda yeniden var olmayan dünyanın büyüttüğü bir çocuktu ne de olsa.
Block ile bayraktarı Jöns’ü bir araya getirdiğimizde halkla aralarında bir mesafe olduğunu görüyoruz. Cadı olduğu için yakılan bir kızdan herkesin kaçısı ve diğer yanda Block’un ona yardım etme isteği, gözlerinde şeytanı değil yalnızca korkuyu görmeleri… İki karakter modern insanın iki farklı yüzünü gösteriyor bize. İnanmak isteyen ancak kilisenin öğütlediği her şeyde yalnızca dehşete düşen ve mantıklı açıklamalara ihtiyaç duyan Block ve “olağanüstü” görünen her şeye rasyonel cevaplar veren Jöns… Ölümünün hazırlığını izleyen cadının gözlerinde ne olduğunu düşünen, cevapları arasında gidip gelen Block ve hiç düşünmeden orada hiçlikle karşılaşan Jöns…
Tamamlamak istediği, hep yarım kaldığını hissettiği hayatını yaşayabilmek için Azrail’den zaman istiyor Block. Bulmak istediği gerçekliklerin peşinden gitmesi gerektiğini düşünüyor. Bir akıl oyunu olan satrançta ne kadar akıllı olursa olsun yenemeyeceğini biliyor ama zaten cevapları uğruna ölümü de göze alıyor.
Filmin belki de tek gerçek mutlu sahnesini düşünelim; oyuncuların köye gelişi ve köy halkının sevinci. Ve ardından ilahilerle kendini kırbaçlayan, eziyet eden inançlılar… Ki bence bu sahne gelmiş geçmiş en etkileyici dini ayin sahnelerinden biriydi. Aslında ana düşünceyi bu sahne üzerinden yorumlamak mümkün. Ülkeyi sarmış olan veba, kişinin kendi sonuna ve onun bilinmezliğine duyduğu korku; kırbaçlar ve eziyetler bu korkuyu bir nebze olsun hafifletme uğruna katlandığımız güçlükler olarak karşımıza çıkıyor filmde. Vebanın sebebini insanoğlunun günahları olarak açıklayan papaz ise hepsinin alkışlayıcısı ve vaazları ile tetikleyicisi oluyor. Bu günahlardan arınmak için yaptıkları daha büyük bir korkular yaratıyor. Hepsinin sonucundaysa bir kaos ve her hastalıktan daha tehlikeli olan kabullenmişlik ortaya çıkıyor. Bütün aldatmalar, linçler, farklı olanı ötekileştirmeler ve ceset soyucularla yüzleşmekten kaçındığımız gerçek cehennem dünyadır belki de; ya da ta kendimiz… Korkularımızla karşılaşmamak için sorularımızdan canavarlar yapıyor ve onlardan kaçıyoruzdur belki de.
Film tek başına kitaplara, filmlere, adanmış hayatlara konu olan sorunlara da değiniyor. Belki de “Korkumuzdan bir imge yaratır ve o imgeye tanrı adını veririz. (…) Kötülüğün iyilikten yoksun kalmak olduğunu bilmiyordum. İyilikten yoksun kalmak hiçliğe götürür.” diyen Saint Augustinus haklıdır.
Melekleri çağıran yedinci mührün de okunmasıyla ölüm, şövalyenin evine konuk olurken aslında inançlı insanlar olan ancak halkın arasına da karışmayan tiyatrocuların kurtulması inanç ve hayat dengesine dair bir mesaj olabilir mi? Ya da belki Bergman’ın “ölümden ancak uzaklaşabilirsiniz, eninde sonunda sizi bulacak, ne kadar iyi olursanız olun” deme şekli?
Filminde geniş planların sık sık yer alması, karakterlerin ve yakın plan çekimlerininse daha az olması, sahne geçişlerinde zincirleme tekniğinin etkileyici ve güçlü biçimde kullanılmasıyla sinematografik anlamda da filme imzasını atıyor Bergman. Manzara niteliğindeki görüntüler, duyguların renklerini görebildiğiniz sürece her şeyin güzel olacağını anlatıyor. Yani filme “renksiz” demek büyük bir haksızlık oluyor. Işığın, film boyunca yarattığı gölgeler ve tonlamalar siyahın en güzel renk olduğunu düşünenlere bir hediye gibi geliyor. İsveçli yönetmenin bir tiyatro oyununun farklı kesitlerini kameraya aldığını düşünüyorsunuz izlerken. Yani tiyatro yönetmenliğinin de izlerini hissettiriyor size. Kısacası, Bergman bu filmle gerçek sanat için imkansızlıkların söz konusu olmadığını gösteriyor bir kez daha. Çünkü çok düşük bir bütçe ile 30 küsür günde çekilmiş, alt metni oldukça derin ve felsefi bir yapı taşı olan filmi çıkarıyor karşımıza.
Sorgulanan Tanrı değil; Tanrı uğruna yaptıklarımız, gözden çıkardıklarımız, kurban ettiklerimizdir belki de. Yıllarını Tanrı uğruna savaşarak geçiren bir askerin hayatının nafile bir arayış olduğunu düşünmesinin onda yarattığı kederdir isyan ettiği…
Filmin kapanışında ölümün herkese el ele dans ettirmesi hayatın yalnızca biterken de olsa adil oluşunu düşünmemizi sağlayabilir mi? Dindar, şövalye, hiçliğe inanan bir aşık… Hiçbirinin burada kalmaya hakkı olmadığını ve bunun bir kutlama olduğunu düşünelim ve kendimiz uğruna feda edileceklere değil de barışı selamlarken koruyacaklarımıza inanalım. Azrail elimizden tutmadığında da dans edebilmemiz dileklerimle!
IMDb Puanı: 8.2 / 10
Kapak fotoğrafı: sinematurk
İlginizi çekebilir: SineMagger’dan Film Önerileri
Yazını okuyunca kafamda “ah evet böyle bir film vardı” ampülü yandı. Sanırım Bergman filmlerinin bıraktığı tadı unutmamak için düzenli aralıklarla izlenmeli, senin izlenimlerini okumak da çok hoşuma gitti.🌺 Benim favorim kesinlikle Persona.
Katılıyorum, her izlediğinde bambaşka şeyler yakalıyorsun filmlerden. Teşekkür ederim🌞🌸