Evet, bugünlerde seyahat etme şansımız yok belki ama o ilk uçak biletine bakmaya başlayacağımız günler de gelecek… O yüzden bir ‘bucket list’ rotası ile tanıştırmak istedim sizi. Leman Gölü kıyısındaki Fransız köyü Yvoire!

Konum

 Yvoire Köyü
Yvoire Köyü | Fotoğraf: Flickr

Bu yazıyı çok sevdiğim, çok eğlenceli bir Juliette Greco şarkısı eşliğinde yazdım, siz de onu dinleyerek okuyabilirsiniz…

youtube play youtube play

Yvoire’a çok sıcak sayılabilecek bir Ağustos günü Cenevre’den vapurla gidiyorum. Cenevre’den yola çıkan vapur, Leman Gölü kıyısındaki birçok kasabada durduktan, yolcu indirip aldıktan sonra 1.5 saati aşan bir süre sonunda Yvoire’a varıyor. Bu vapur tecrübesi bile çok keyifliydi, arabayla gitmektense vapuru kesinlikle tavsiye ederim! Manzaraya, yeşile, maviye o kadar çabuk alışıyorsunuz ki ruhunuza şifa oluyor resmen…

Ve sonra esas macera başlıyor; 800 yıllık, Orta Çağ’dan kalma Yvoire’dayız. İlk adımımızı attığımızda anlıyoruz ki, Yvoire hala kendi çağını yaşıyor. Orta Çağ’dan beri hiç değişiklik olmamış gibi, zamanda geriye gidiyoruz.

Cenevre ve Evian arasındaki Yvoire için ‘The Gem of the Lake” yani ‘Gölün Mücevheri’ deniyor. Bence de kıymetli bir mücevher kadar göz alıcı. Ben birçok ülkede şehir, köy, kasaba ziyaret etmiş biri olarak; çokça çiçekli, temiz, yeşil köy gördüm ancak bu kadar güzel korunmuş bir doku ve özenli çiçeklendirilmiş yer görmedim diyebilirim. İstanbul’dan tanıdık olduğumuz arnavut kaldırımlı sokaklarda gezerken çiçeklerle dolu balkonlara bahçelere dalıp gitmemek mümkün değil. Zaten Yvoire, 1959’dan beri en iyi çiçeklendirilmiş köy olarak birçok ödül almış. Benzer bir ünvanı 2002’de Avrupa çapında da kazanmış. O kadar hak edilmiş ödüller ki size anlatamam…

Biraz tarih…

Etrafı Jura ve Alp Dağları ile çevrili Yvoire, tarihte bir dönem Fransa’nın bir dönemse Cenevrelilerin kuşatması altında kalmış. Uzun bir süre de Savoy Krallığı’na bağlıymış. Köy halkı düşmanlardan korunmak için 1200’lü yıllarda köyün çevresine surlar inşa etmiş. Yvoire 1800’lerin sonunda Fransa’ya geçmiş. Kurulduğu zamanlarda tarım ve balıkçılık ile geçimini sağlayan köyün şimdi turizm tek gelir kaynağı olmuş neredeyse. Çünkü son 40 yıldır Avrupa’nın en güzel köyleri listesinde bulunuyor, yaklaşık 1000 kişinin yaşadığı köyün samimi ve misafirperver yerlileri gezginleri mutlulukla karşılıyorlar. Yazın en güzel zamanlarında gitmeme rağmen aşırı bir kalabalıkla karşılaşmadım, sakin ve huzurlu bir gün geçirebildim böylece.

Yvoire’ın dar sokaklarında ilerlerken gözüme çarpan, anlatmak istediğim iki güzel mekan var: İlki, 11. yüzyılda inşa edilen St. Pancrace Kilisesi, diğeri ise 14. yüzyılı işaret eden Yvoire Şatosu. Savoya Kontu olan 5. Amedee tarafından inşa ettirilen şato, geçmişte göldeki tekne, vapur trafiğini gözetleyen kalenin yerine yapılmış. 20. yüzyılda restore edilen ve bugünkü görünümüne kavuşan yapıda 1655’ten beri Bouvier ailesi yaşıyor, bu nedenle ziyarete açık değil. Ancak Bouvier ailesi, şato bahçelerinden bir tanesini Orta Çağ mimarisine göre düzenletip 1986 yılında ziyarete açmış. Cinq Sens olarak da anılan Beş Duyu Bahçesi’nde gezginler, koklama, dokunma, görme, dinleme ve çoğu zaman da tatmaya davet ediliyor. Örneğin, Alp Çayırı’nda bölgenin bitki örtüsünü görüyorsunuz. Çardak Manastırı’nda Orta Çağ’ın aromatik bitkilerini tanıyorsunuz. Tat bahçesi ise Orta Çağ sebzeleri ve yenebilir çiçeklerle ziyaretçileri şaşırtıyor, koku bahçesinde binbir farklı koku sizi kucaklıyor.

Biraz bugün…

Yvoire meydanındaki kemerli kapıdan köyün içine doğru yürüdüğünüzde ana cadde olan Grande Rue karşınıza çıkıyor. Grand Rue üstünden ilerleyip ilk sağa saptığınızda St. Pancrare Kilisesi’nin bulunduğu meydana ulaşıyorsunuz. Kiliseyi gezdikten sonra yolun sonunda sağa dönerek Rue de Lac boyunca ilerleyip göle geliyorsunuz. Burası aynı zamanda vapurdan indiğim iskeleye de açılıyor.

Zaten yürüyerek çok kolayca gezilebilecek bu köyün sokaklarındaki rengarenk butiklerin, cam işi atölyelerin ve cam eşya satıcılarının, enfes dondurmacıların arasında dolaşırken burnunuza mis gibi çiçek kokuları gelecek. 

Arnavut kaldırımlı, daracık yolların dimdik uzandığı, kırmızı kiremit kaplı çatılarıyla minicik evlerin sağda solda yan yana sıralandığı bu köyde kalbinizin kalacağına eminim.

Ben köyü gezdikten sonra (ki zaten sokaklarında kaybolmanız mümkün değil😊) dinlenmek için göl kenarındaki banklara oturmanızı tavsiye ederim. O sırada etrafta göle girip serinleyen yerliler, tuttukları balıkları temizleyen balıkçılar, küçük sandallarla gezmeye çıkan köy sakinleri ile karşılaşabilirsiniz. Ha unutmadan, bir de çokça beyaz martı, suda serinleyip adeta oyun oynayan kuğular var. Masal gibi değil de nedir?Sürekli burada yaşamak nasıl bir his acaba diye düşünmeden duramıyor insan…

Kısa kısa… Köyün çiçekli sokaklarında gezdikten sonra başka neler yapabilirsiniz?

  • El yapımı cam işleri, takı ve sabunlardan alabilirsiniz; güzel hatıralar oluyor.
  • Yemek yeme planınız varsa önceden rezervasyon yaptırarak Chez Jules’e gidip balık yiyebilirsiniz. 1938’den beri hizmet veriyor ve oldukça lezzetli. Bir şeyler içmek için de bahçesinden çiçekler taşan ara sokak kafelerini tercih edebilirsiniz.
  • Hazırlıklı gelirseniz göl kenarında oturup güzel bir piknik sepetiyle piknik yapabilirsiniz, malum şarap ve peynir açısından çok zengin bir bölgede geziyorsunuz.

Dünya büyük, hayat kısa… Görüp keşfetme isteğinizin, hayat ışığınızın hiç sönmemesi dileğiyle…

Kapak fotoğrafı: Trover

İlginizi çekebilir: Gülden Köprü’den Mont Saint Michel