Haberler
theMagger News: Trendler
PSİKOLOJİ
“Arkadaş ayrılıkları” yani eski arkadaşlardan uzaklaşmak artık çok sık ele alınan bir konu. Peki bu uzaklaşmaların sebeplerinin sosyal olmaktan ziyade finansal olabileceğini hiç düşünmüş müydünüz?
Geçen yaz yapılan bir araştırma, ankete katılan Amerikalıların (Y ve Z Kuşağı) yüzde 36’sının arkadaş çevrelerinde onları fazla para harcamaya zorlayan en az bir kişi olduğunu ortaya...
“Arkadaş ayrılıkları” yani eski arkadaşlardan uzaklaşmak artık çok sık ele alınan bir konu. Peki bu uzaklaşmaların sebeplerinin sosyal olmaktan ziyade finansal olabileceğini hiç düşünmüş müydünüz?
Geçen yaz yapılan bir araştırma, ankete katılan Amerikalıların (Y ve Z Kuşağı) yüzde 36’sının arkadaş çevrelerinde onları fazla para harcamaya zorlayan en az bir kişi olduğunu ortaya koyuyor; hatta katılımcılar bazen bu yüzden borca bile girdiklerini belirtiyor. Birlikte restoranlara, barlara ve kulüplere gitmek tatiller, kıyafetler ve doğum günleri bu iki genç jenerasyonun hayatlarındaki en büyük mali yükler arasında. Bunun başlıca nedenlerini ise; dışlanmış hissetmek istememek, hayır demekte zorlanmak ve arkadaşlarını memnun etme kaygısı…
Arkadaşlarla geçirilen spontane bir gece ruh sağlığına iyi gelebileceği tartışmasız olmakla birlikte aşırı harcama yapmanın özellikle bu sürekli bir hâle gelirse, güçlü zihinsel sonuçlar doğurabileceği öngörülüyor. Psikolog Dr. Tara Quinn-Cirillo ruh sağlığı ve para harcama arasındaki ilişkiyi Refinery29’a verdiği röportajda şöyle açıklıyor: “Birçok insan, para harcayarak sonrasında kendini daha iyi hissetmeyi umuyor. Ancak bu, para harcama, finansal kaygı ve kötü ruh hali arasında bir kısır döngüye yol açabiliyor. Dürtüsel harcamalar, geniş kapsamlı sonuçlara sahip olabilir. Alkol veya grup baskısı gibi faktörler devreye girerse, bu tekrarlayan davranış kalıplarına yol açabilir ve bu kalıplardan çıkmak zor olabiliyor.”
PSİKOLOJİ
Durduramadığımız, sosyal medyada kontrolsüzce aşağı kaydırma halini anlatmak için kullanılan ‘doom scrolling’ terimini muhtemelen duymuşsunuzdur. İşte benzer bir terim olan ‘doom spending’ de kontrolsüzce harcama yapma alışkanlığımızı anlatmak için kullanılıyor.
Global anlamda bir ekonomik gerileme ve kriz hali mevcutken dahi alışveriş alışkanlıklarımızın çok da...
Durduramadığımız, sosyal medyada kontrolsüzce aşağı kaydırma halini anlatmak için kullanılan ‘doom scrolling’ terimini muhtemelen duymuşsunuzdur. İşte benzer bir terim olan ‘doom spending’ de kontrolsüzce harcama yapma alışkanlığımızı anlatmak için kullanılıyor.
Global anlamda bir ekonomik gerileme ve kriz hali mevcutken dahi alışveriş alışkanlıklarımızın çok da değişmediğini hatta umulanın aksine daha çok kontrolsüz harcama yapıldığını fark ettiniz mi? ‘Doom spending’ terimi tam da bu durumu anlatmak için kullanılıyor. Vogue Türkiye’ye göre Credit Karma şirketinin anketi sonucunda Amerikalıların yüzde 27’si doom spending yaptığını belirtiyor. Milenyum kuşağının yüzde 33’üne kıyasla Z kuşağının yüzde 35’i doom spending yaptığını itiraf ediyor. Peki neden? Yanıt aslında çok basit. Ekonomik karamsarlık ve belirsizlik bizi mutlu olmak için çok da gerekli olmayan şeyleri almaya yöneltiyor. Özellikle Y jenerasyonu ve sonrasındaki kuşaklar için en büyük motivasyon sebebi ise güncel ekonomik koşullar sebebiyle hiçbir zaman kendilerinden önceki kuşakların yaptığı ev almak, araba almak, çocuk sahibi olmak gibi şeyleri yapamayacaklarına inanmaları. Durum böyle olunca genç kuşaklar, büyük amaçlara erişecek seviyeye hiçbir koşulda gelemeyecek birikimler yapmak yerine “küçük lüksler” ile kendilerini ödüllendirmeyi seçiyor. Credit Karma’nın anketi doom spending olarak kabul edilebilecek alışverişlerin yüzde 75’inin moda ve güzellik ürünlerini kapsadığını gösteriyor.
HABERLER - SLIDER
TikTok’ta ‘rejection theraphy’ yani reddedilme terapisiyle ilgili ifadenin altında 54 milyondan fazla gönderi bulunuyor. Bu videolarda insanların kendilerini geren durumlara soktuğu utanç verici anları izliyoruz. Peki amaç ne? Yanıt: Reddedilme korkusundan kurtulmak!
Reddedilme terapisi, göz ardı edilmeye, alay edilmeye veya eleştirel gözle bakılmaya alıştıkça, hassasiyet duygularını ve...
TikTok’ta ‘rejection theraphy’ yani reddedilme terapisiyle ilgili ifadenin altında 54 milyondan fazla gönderi bulunuyor. Bu videolarda insanların kendilerini geren durumlara soktuğu utanç verici anları izliyoruz. Peki amaç ne? Yanıt: Reddedilme korkusundan kurtulmak!
Reddedilme terapisi, göz ardı edilmeye, alay edilmeye veya eleştirel gözle bakılmaya alıştıkça, hassasiyet duygularını ve sosyal kaygıyı azaltmayı amaçlıyor. Önerilen etkinlikler ise; kalabalık bir kaldırımda yere uzanmaktan Harvard’a sadece laf olsun diye başvurmaya kadar uzanıyor. Buradaki temel amaç ise kişiye reddedilmenin nadiren hayal ettiği kadar kötü olduğunu deneyimler üzerinden kanıtlamak. Yöntem, “kasıtlı olarak ne kadar çok reddedilirseniz, bu gerçekten gerçekleştiğinde o kadar az acı verir” terorisini savunuyor. Böylece de reddedilme konusunda hassasiyeti olan ve bu nedenle de istedikleri için adım atmaktan kompulsif olarak çekinen kişilere reddedilmeye karşı bağışıklık kazanabilirsiniz, böylece de onları utanç korkusuyla dolu bir hayattan kurtarmayı hedefliyor. Psikoterapist Rachel Goldberg’ün Bustle’a verdiği röportaja göreyse bu yöntem basit bir TikTok trendinden daha fazlası ve geçerli terapi uygulamalarına dayanıyor. ‘Exposure theraphy” yani maruz bırakma terapisinin incelikli bir formu olarak adlandırabileceğimiz reddedilme terapisinin amacı, bireyleri güvenli bir ortamda korkulan uyarana maruz bırakarak korkularıyla yüzleşmelerine ve kademeli olarak korkularının üstesinden gelmelerine yardımcı olmak, sonuçta korku tepkisinin yoğunluğunu azaltmak ve güveni arttırmak.
HABERLER - SLIDER
Pek çoğumuz küçüklüğümüzden beri bize empoze edildiği şekilde; mutsuzluk, stres, endişe gibi negatif hatta toksik olarak sınıflandırdığımız duygulardan kaçınarak olabildiğince neşeli, mutlu, huzurlu olmak için beynimizi kodlamaya çalışıyoruz. Bununla birlikte diğer her şeyde olduğu gibi abartıldıkça anlamını yitiren “pozitiflik” kavramının zararları üzerine artık yeterince fikrimiz var öyle ki...
Pek çoğumuz küçüklüğümüzden beri bize empoze edildiği şekilde; mutsuzluk, stres, endişe gibi negatif hatta toksik olarak sınıflandırdığımız duygulardan kaçınarak olabildiğince neşeli, mutlu, huzurlu olmak için beynimizi kodlamaya çalışıyoruz. Bununla birlikte diğer her şeyde olduğu gibi abartıldıkça anlamını yitiren “pozitiflik” kavramının zararları üzerine artık yeterince fikrimiz var öyle ki Terapist Whitney Goodman’ın okura olumsuz duyguları deneyimlemenin ve onlarla başa çıkmanın etkili yollarına dair nitelikli bir rehber sunduğu kitabı Toksik Olumlama: Mutlu Olmakla Kafayı Bozmuş Bir Dünyada Kendin Olmak ile karşımıza çıkıyor.
Gerçek hayatta olumsuzlukları görmezden gelerek, bu duygulardan kaçınma refleksine sahip olmamıza neden olan toksik pozitiflik kavramını merkeze alan kitapta, bu durumun kendimize ve ilişkilerimize ne kadar zarar verdiğini ortaya koyuluyor. İddiasını araştırmalar ve danışan hikâyeleriyle destekleyen Goodman “Peki olumlu olmak tüm sorunların çözümüyse neden çoğumuz endişeli, depresif ve tükenmiş hâldeyiz?” sorusuna yanıt arıyor. Her yeni gün pozitif olma baskısıyla karşı karşıya kalan insanların rahatsızlık hissiyle empati kuran kitapta hastalık, kayıp, ayrılık ve diğer zorluklarla karşı karşıya kalındığında bile gerçek duygular hakkında konuşmak, onları sindirerek zamanla daha iyi hissetmek için çok az fırsat bulunduğuna dikkat çekiliyor.
HABERLER - SLIDER
Moment of Clarity Ruh Sağlığı Merkezi’nden psikolog Dr. Nadia Teymoorian’a göre, güzel bir günde evde kaldığımızda güneş ışığından duyulan suçluluk hissi yani ‘sunshine guilt’ ortaya çıkabiliyor. Çünkü böyle havalarda herkesin en iyi hayatını dışarıda yaşadığını varsaymaya eğilimimiz çok daha yüksek. Orhan Veli’nin zamanında “beni böyle güzel havalar mahvetti” şeklinde özetlediği...
Moment of Clarity Ruh Sağlığı Merkezi’nden psikolog Dr. Nadia Teymoorian’a göre, güzel bir günde evde kaldığımızda güneş ışığından duyulan suçluluk hissi yani ‘sunshine guilt’ ortaya çıkabiliyor. Çünkü böyle havalarda herkesin en iyi hayatını dışarıda yaşadığını varsaymaya eğilimimiz çok daha yüksek. Orhan Veli’nin zamanında “beni böyle güzel havalar mahvetti” şeklinde özetlediği ‘sunshine guilt’ bizi dışarıda kaçırdığımız şeyler olduğu konusunda ikna ederek FOMO‘yu tetikliyor.
Gün ışığı suçluluğu, başarısız olduğunuza inanmanızdan veya güzel bir günde içeride kalarak kendinizi hayal kırıklığına uğratmanızdan kaynaklanan olumsuz düşüncelerin, duyguların ve duyguların birikmesiyle oluşuyor. San Diego temelli terapist Kevin Belcastro’ya göre; bu tür suçluluk duygusunun bazı yaygın nedenleri toplumsal normlar veya değerler ve bunlara uymadığımızı hissetmekle ilişkili. Güneşli günlerde yürüyüşe çıkmak yerine evde kalmaya karar verdiğimizde tembel hissetmek veya 10.000 adımı atmak gibi bir hedefe ulaşamadığımız için kendinizi yargılamaz daha olası. Ek olarak bu hisler toksik tarafını yeni yeni keşfetmeye başladığımız “verimlilik kültürü” ile de ilişkilendiriliyor. Wellness kültürüyle birlikte hayatımıza giren verimlilik tutkusu her anımızı faydalı veya bizi geliştirecek bir işle doldurmadığımızda kendimizi kötü hissetmemize neden oluyor. Öte yandan dinlenmek için zamana ihtiyaç duymanın normalliğini kabul etmemiz ve ‘burn out’ları engelleyebilmek için bu molaları vermemiz gerekiyor. Belcastro’ya göre güzel bir günü boşa harcamanın “kötü” olduğu inancının eski aile anlatılarından etkilendiğimizi ve artık bunları kendinizinmiş gibi kabul ettiğimizi anlatıyor.
PSİKOLOJİ
Yapılacaklar listeleriyle aranız nasıl? Her bir işi tamamladıktan sonra tik atmanın ve günün sonunda tamamı bitirilmiş bir listeye ulaşmanın keyfi hepimiz için tanıdık. Bununla birlikte tersi olduğunda yani işlerin tamamını bitiremediğimizde ortaya çıkan tatminsizlik hissi de öyle. Tam da bu yüzden yeni bir teknik olarak ‘reverse to-do list’ öneriliyor.
‘Reverse to-do...
Yapılacaklar listeleriyle aranız nasıl? Her bir işi tamamladıktan sonra tik atmanın ve günün sonunda tamamı bitirilmiş bir listeye ulaşmanın keyfi hepimiz için tanıdık. Bununla birlikte tersi olduğunda yani işlerin tamamını bitiremediğimizde ortaya çıkan tatminsizlik hissi de öyle. Tam da bu yüzden yeni bir teknik olarak ‘reverse to-do list’ öneriliyor.
‘Reverse to-do list’ isminden de anlaşılabileceği gibi bir “yapılanlar” listesi. Fikir, “Help! How to Become Slightly Happier and Get a Bit More Done” kitabının yazarı Oliver Burkeman’dan çıkıyor ve yazar tüm işlere tik atamadığımız ortaya çıkan hissi “verimlilik borcu” olarak adlandırıyor. Yani sabahı bir açıkla başlıyor ve gün boyunca sıfır dengeye ulaşmak için çalışmak zorunda hissediyoruz. İşte “yapılanlar listesi” tutmak da verimlilik borcunuzu ödeme ihtiyacı yerine yeterlilik hissi yaratıyor. Bu teknik için boş bir kağıt veya telefonunuzdaki yeni bir not ile başlayabilir ve her bir görevi veya bir şeyi tamamladığınızda bir giriş yapabilirsiniz: Örneğin, listeniz şunları içerebilir: duş alındı, iş için öğle yemeği hazırlandı veya bir toplantı davetiyesi gönderildi. Amaç; başardığınız her bir şeyle birlikte verimlilik dengemizi arttırmak. Uzun vadedeyse önceliklendirmemiz gereken işleri ve bizi bunları yapmaktan alıkoyan daha az önemli işleri değerlendirebilmek.
PSİKOLOJİ
Ruh sağlığına dair farkındalığın arttığı 2010’ların başından bu yana, konunun sosyal medyada da kendine yer bulduğunu görüyoruz. Öyle ki Reels akışımızda, TikTok sayfamızda anksiyete, depresyon, ADHD, OCD gibi konularda içeriklere artık çok daha sık rastlıyoruz. Bununla birlikte kaynak ve bilgi teyidi alışkanlığımız halen bu içerikleri doğru değerlendirecek seviyede değil.
Keşfet’inize “ADHD...
Ruh sağlığına dair farkındalığın arttığı 2010’ların başından bu yana, konunun sosyal medyada da kendine yer bulduğunu görüyoruz. Öyle ki Reels akışımızda, TikTok sayfamızda anksiyete, depresyon, ADHD, OCD gibi konularda içeriklere artık çok daha sık rastlıyoruz. Bununla birlikte kaynak ve bilgi teyidi alışkanlığımız halen bu içerikleri doğru değerlendirecek seviyede değil.
Keşfet’inize “ADHD semptomları”, “Bu alışkanlıklardan 5 tanesini gösteriyorsanız depresyonda olabilirsiniz”, “OCD’nin belirtileri” gibi içerikler mutlaka düşmüştür. Bu içeriklerin çoğu ruh sağlığına dair resmi eğitimi olmayan kimseler tarafından hazırlanıyor ve kaynak referansları verilmeden paylaşılıyor. Bu durum da yanlış bilgilerin yayılmasına ve kişilerin kendilerine tanı koymalarına yol açıyor. İşte tam da bu yüzden içerik üreticilerinin belirli trend ürünlerin neden satın almaya değmediğini göstermek için platformlarını kullanmalarını ifade eden “deinfluencing” kavramı bu kez karşımıza ruh sağlığına dair içerikler için çıkıyor. Yani bu tanıları koymakta yetkili uzmanlar (psikiyatristler) ve bu tanıları resmi olarak almış kişiler, neden bu rahatsızlıklara sahip olabileceğinizi değil, bu rahatsızlıklara neden sahip olmayabileceğinizi anlatıyor. Böylelikle bu tanımların, özenilecek birer farklılık değil, uzmanlar eşliğinde tanımlanması gereken problemler olduğuna vurgu yapıyor.
‘Self-diagnose’ yani kişinin kendine tanı koymasının önüne geçilmesi önem taşıyor çünkü bu alışkanlığın artmasıyla birlikte iki temel problem karşımıza çıkıyor. İlki günlük dil kullanımının değişmesi. Örneğin; bir kişi sadece düzenli olduğu için “Kusura bakmayın OCD’liyim” diyerek tıbbi bir tanıyı sıradan bir kelime gibi kullanabiliyor. İkincisi ve en önemli problemse; bu tanılara ilişkin şikayetlerini dile getiren ve gerçekten yardıma ihtiyaç duyan insanların yaygın kullanım nedeniyle ciddiye alınmıyor olması.
PSİKOLOJİ
Bulunduğu yaştan genç hissetmek özellikle genç Y jenerasyonunun üzerinde durduğu bir konu. 30’lara yaklaşmışken yirmilerin başında gibi hissetmek ve evlenmek, çocuk sahibi olmak gibi önceki jenerasyonların bu yaşlarda attığı adımlara hazır olmadığını düşünmek bu fenomenin en belirgin göstergeleri. Eğer okuduğunuz cümleler yaşadıklarınızı özetliyorsa bu durumun size özgü olmadığını ve hatta psikologlar...
Bulunduğu yaştan genç hissetmek özellikle genç Y jenerasyonunun üzerinde durduğu bir konu. 30’lara yaklaşmışken yirmilerin başında gibi hissetmek ve evlenmek, çocuk sahibi olmak gibi önceki jenerasyonların bu yaşlarda attığı adımlara hazır olmadığını düşünmek bu fenomenin en belirgin göstergeleri. Eğer okuduğunuz cümleler yaşadıklarınızı özetliyorsa bu durumun size özgü olmadığını ve hatta psikologlar tarafından ‘pandemic skip’ olarak adlandırıldığını bilmek size kendinize daha iyi hissettirebilir.
‘Pandemic skip’, vücudumuzun zihnimizle senkronizasyondan bir adım uzak olabileceğine dair tuhaf his olarak tanımlanıyor. Bu terim TikTok’ta 11 milyondan fazla görüntüleme toplamış durumda ve sayısız kullanıcı, yıllar süren sosyal izolasyonun kişisel gelişimlerini nasıl engellediğini paylaşıyor. İngiliz psikolog Nova Coban bu deneyimi şöyle açıklıyor: “İnsanlar zamanın geçme hissini oluşturan deneyimlerin çoğunu kaybettiler, sanki ilerlemek yerine hayat beklemedeymiş gibi geliyor. Çünkü pandemi sürecinde günler genellikle yeni bir teşvik, önemli bir değişiklik veya ilerleme olmaksızın geçerdi. Bu da zamanın ne kadar geçtiğine dair algımızı değiştirdi. Bu ‘kayıp zaman’ın bir sonucu olarak, hayatımızın içinde bulunduğumuzu hissettiğimiz aşaması ile içinde bulunduğumuz çağın ve aşamanın gerçekliği arasında bir kopukluk hissi oluşuyor.”
Coban’ın açıklamaları, pek çoğumuzun hissettiği “geride kalmışlık” hissinin nedenlerini özetliyor. Bununla birlikte rahatsız edici bir femonen olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Yine Coban’a göre kişinin kendi geçici varoluşuyla ilgili kaygısı, “insanların saati sıfırlamak ve geri dönmek istemesine ve yine de yaşam evreleriyle ilişkili deneyimleri yargılamadan yaşamak istemesine yol açabiliyor. Bununla birlikte uzmanlar ‘pandemic skip’in olumsuz etkilerini önlemek adına gerçekçi bir bakış açısı edinmenin yeterli olduğunu düşünüyor. Bunun için herkesin hayatı durakladığını ve bu yüzden kolektif olarak yeniden ayarlama ve yeniden hizalama ihtiyacını yaşadığımızı anımsamak önemli. ‘Pandemic skip’in yaygın oluşu, akranlarımızın da bizimle aynı hızlandırılmış durumda olma ihtimalinin daha yüksek olduğu anlamına geliyor. Günün sonunda hep birlikte geride kaldığımız için aslında geri kalmış değiliz!